Siyasete baktığımda çoğu zaman kendi zamanını aşamayan bir aceleciliğin, tarih ile gelecek arasında sıkışmış bir telaşın izlerini görürüm. Zaman benim için yalnızca saatlerin akışı değil; hatıralarla, kültürle, şehirlerle, musikîyle ve rüyalarla genişleyen bir varlık alanıdır. Fakat siyaset bu genişliği çoğu zaman görmezden gelir. Bir milletin ruhunda yatan derin anlamları kavramak yerine, günübirlik hamlelerin, keskin ayrılıkların ve yarım kalmış yeniliklerin sahnesi olur.
Toplum ve devlet hayatımıza baktığımda hep aynı eksikliği hissederim. Bizde siyaset, zamanın iki ucunu birleştirme sanatı değil, bir uçtan öbürüne savrulma zorunluluğu gibi görünür. Tarihimiz hızlı kopuşların ve yarım kalmış devamlılıkların toplamıdır. Her reform beraberinde bir unutuluş taşımış, her inkılap bir yanımızı eksiltirken başka bir yanımızı büyütmüştür. Şehirlerde bile değişim, kendi ritmini oluşturamamış; eskiyi anlayıp dönüştürmek yerine çoğu zaman silip baştan yapmayı tercih etmişizdir. Ortaya çıkan ise ne tam eski ne tam yeni arada kalmış bir hâl. Siyasete ilişkin düşünürken en çok şu soruya takılırım, biz kader diye buna mahkûm muyuz?
Toplumların siyaseti tıpkı musikîleri ya da mimarileri gibi özgün bir estetik taşır. Bu estetik devletin gücünden değil, milletin ruhundan süzülür. Fakat bizde siyasetin estetiği vakur bir sadelikten çok, daimi bir geçiş hâlinin, aceleciliğin ve geçmişi inkarın biçimsizliğiyle şekillenmiştir. Siyasette estetik; düzen, ritim ve devamlılıktır. Bir millet estetik duygusunu kaybederse, siyaseti de çirkinleşir. Modernleşme sürecimizden bugüne siyaset çoğu kez insanı inciten bir hoyratlıkla yürümüştür.
Geçmişte bulunduğumuz mekânlarda siyasetin ağırlığı fazla hissedilmezdi; çünkü devlet, yavaşça örülmüş bir geleneğin parçasıydı. Hayat kendi ritmi içinde akarken devlet, insanların üzerinde değil arkalarında duran bir manzara gibiydi. Bugün ise manzaranın yerini bir gürültü almış durumda; kulaklarımızda sürekli emirler, sloganlar, keskin sözler yankılanıyor. Siyasetin estetikten kopuşu, kelimenin anlamını kaybetmesinde kendini gösteriyor. Sözler duyarlılık içeren bir ifade olmaktan çıkıp çoğu zaman kaba bir bağırma aracı hâline geliyor. Oysa kelime bir milletin ruhundaki en ince nakıştır. Politik dil kalınlaştıkça toplumun duyguları da kabalaşıyor.
Bizde modernleşme önce devleti kurtarma telaşıyla başlamıştır. Bu nedenle toplumun ruhu çoğu kez ikinci plana itilmiştir. Modernleşme tarihi reddetme ya da ondan kaçma girişimine dönüşmüş; ilerleme arayışı tarihle barış yerine tarihten kopuşa yönelmiştir.
Avrupa modernleşirken tarihini yanında taşıdı. Biz ise tarihimizi bir yük gibi görüp bırakmak istedik. Böylece siyasette iki yanlış eğilim belirdi: Tarihi tümüyle reddedenler ve tarihi dondurup bugüne taşımaya çalışanlar. İkisi de aynı ölçüde hatalıydı. Tarih bir yük değil, doğru yorumlandığında bir rehberdir. Onu reddeden köksüz kalır, onu donduran taş kesilir. Bizim aradığımız şey ise tarihin içinden süzülmüş bir devamlılık duygusudur. Devamlılık milletin hafızasını diri tutar. Hafızası parçalanan millet, geleceğini de kuramaz. Bireyin hafızasını kaybetmesi nasıl kimliğini zedeliyorsa, bir milletin hafızasının kesilmesi de aynı etkiyi doğurur. Bizde siyasetin çokça değişmesi, çokça unutması hatta “dün dündür bugün bu gündür” anlayışı kim olduğumuzu tarif ederken zorlanmamıza neden oluyor.
İnsanın iç dünyasıyla dış dünyası arasında sürekli bir bağ vardır. Siyaset yalnızca kurumları değil, insanların rüyalarını, endişelerini ve umutlarını da şekillendirir. Toplumsal gerilimler bireyin ruhunda gölge gibi gezinir. Bir medeniyetin kırılma dönemlerinde bireysel huzursuzluklar artar. İnsanın içindeki boşluklar, siyasal düzende oluşan boşluklarla aynı kökten beslenir. Siyaset insan ruhunun estetiğini gözetmeyince birey kendini küçülmüş hisseder. Evet, siyaset bir milletin rüyalarını bile etkiler. Milletler geleceği nasıl hayal ediyorsa, siyaset de o hayallerin bir yansımasıdır. Bizde hayaller çoğu zaman tamamlanmamış, aceleci veya çelişkilidir. Çünkü siyaset bütüncül değil, parçalıdır. Bir milletin rüyası yarım kalınca siyaseti de yarım kalır.
Bizim kaderimiz Doğu ile Batı arasında bir vasatlık değildir; aksine iki dünyayı da kendi içimizde birleştirebilecek bir potansiyeldir. Fakat siyaset bu potansiyeli gerçek bir senteze dönüştürememiştir. Batılılaşma dönemindeki reformlarımızın çoğu toplumun ihtiyaçları yerine devletin korkularıyla şekillenmiştir. Taklit ettik; taklit ederken özü de bozduk. Ne Doğulu gibi derin, ne Batılı gibi sistemli olabildik. Gerçek yenilik, taklit ederek değil, kendi iç güçlerimizi keşfederek mümkündür.
Medeniyet bir bütündür: mimari, musikî, şehir düzeni, dil, sanat, düşünce… Bunları bir arada tutan şey ise siyasettir. Bizde siyaset bu bütünlüğü kurmak yerine çoğu zaman parçalamıştır.
Bizim en büyük siyasal sorunumuz aceleciliktir. Değişimi zamanın ritmine uyduramadığımız için her şey yarım kalır. Tanzimat’tan bu yana her yenilik bir öncekinin reddidir. Böylece: reformlar yarım kalmış, toplumsal dönüşümler kesintiye uğramış, kültür politikaları tamamlanamamış, eğitim tutarlı bir çizgi bulamamış, şehirleşme kendi ritmini kuramamıştır. Ritim duygusu olmayan siyaset toplumun da ritmini bozar.
Modern dünyada siyaset bir gösteriye dönüşüyor. Bizdeki etkisi daha da sarsıcı: Zaten kırılgan olan kültürel dengeyi iyice zayıflatıyor. İnsan hangi siyasete yakın olursa olsun önce bir kültürün, bir medeniyetin mensubudur. Bireyi yalnızca siyasi kimliklerle tanımlamak ruhu küçültür. Bizim için esas olan vatandaşın iç dünyasında bir bütünlük taşımasıdır. Kimlik krizi bireysel olduğu kadar toplumsaldır. Siyaset bu krizi çözmek yerine derinleştirirse toplum parçalanır. Bizde siyaset çoğu zaman kimlikleri karşı karşıya getirerek güç kazanmayı seçmiştir. Böylece millet bir “çoğul kişilik” hâline sürüklenmiştir.
Siyasetin bir medeniyet programı taşımasını isterim. Günübirlik meselelerin arkasında uzun vadeli bir kültür hedefi olmalıdır. Bu hedef: ahlaki zemin üzerine hukuku inşa eden, sanatı yaşatan, musikiyi koruyan, şehir estetiğini önemseyen, dili özenle kullanan, eğitimi uzun vadeli planlayan, kültürel devamlılığı gözeten bir anlayışla mümkündür.
Bizim hayalimizdeki siyaset, bir milletin ruhunu taşıyan, kültürünü önemseyen, estetikten beslenen ve zamanın ritmine uygun bir siyasettir. Siyaset, iktidar mücadelesi için değil, bir medeniyet inşası için yapılmalıdır. Bu medeniyet ancak adaletin ruhunu özümsemiş, devamlılık, estetik, kültürel bilinç, zaman farkındalığı, insan ruhunun değerini bilme temelleri üzerine kurulabilir.
Siyaset bizi köklerimizden koparmadan geleceğe taşıyabilmelidir. Geleceğe en güçlü adımı, geçmişiyle barışık milletler atar. Tarihimizi yük değil rehber olarak gördüğümüzde; yeniliği taklit değil özgünlük saydığımızda, şehirlerimizi, musikimizi, dilimizi ciddiyetle koruduğumuzda ancak gerçek bir medeniyet siyaseti kurabiliriz. Siyaset, toplumun zaman içindeki adalet üzerine yürüyüşüdür. Bu yürüyüşün estetik bir bütünlük taşıması, hem ruhumuzun hem geleceğimizin teminatıdır.

