Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl şöhretine Orta Çağ Avrupası ve bilhassa İngiltere üzerine kaleme aldığı sıra dışı epik anlatılarıyla kavuştu.

Follett’a haklı bir şöhret kazandıran ve ismini geniş kitlelere ulaştıran devasa romanı The Pillars of the Earth 1989’da yayınlandı. Türkçeye Bir Katedralin Öyküsü adıyla çevrilen bu kitap, 2017 yılı itibariyle tüm dünyada 26 milyon kopya satmıştı. 1123-1174 dönemini ele alan bir perspektifle, İngiltere’deki devasa politik ve toplumsal kaos yıllarında (Büyük Anarşi) küçük bir İngiliz köyünde inşa edilen bir katedral etrafında kurgulanan bu kayda değer roman, 2017’de bilgisayar oyunu formatında da tasarlandı ve Follett’ı geniş kitlelerin gözünde Orta Çağ’ı günümüze getiren yazar olarak üne kavuşturdu. Bilahare dizi film olarak beyaz perdeye de aktarıldı.

Bu yazı vesilesiyle Follett’ın bu büyük romanını biraz daha yakından incelemek ve şu an baskısı bitmiş durumda olan bu kitabı yeniden okuyucu ve yayıncıların dikkatine getirmek istiyorum.

Büyük Anarşi (1135-1153) ve İngiltere’de Kriz

Follett’ın bu epik romanı, İngiltere ve Normandiya’daki uzun süren iç savaş yıllarını ve bütün politik ve toplumsal düzenin altüst olduğu büyük karışıklık dönemini (1135-1153) odağına alıyor. Bu kriz, Kral I. Henry’nin yasal varisi olan William’ın da içinde olduğu Beyaz Gemi’nin Normandiya açıklarında batması ve veliahdın ölümünden sonra yaşanan taht mücadelelerinin damga vurduğu bir dönemi simgeliyor. Gemiden tek bir kişi kurtuluyor, o da sadece Fransızca konuşan bir jonglör (gezgin şair ve anlatıcı); hayatta kalır ama sonrasında bir sebeple siyasi ayak oyunlarından dolayı o da hapsedilir ve ardından asılarak öldürülür.

Oğlu kalmayan Kral I. Henry, öldükten sonra yerine kızı Matilda’yı kraliçe yapmak istese de bunu başaramaz, öldüğünde de yeğen Stephen iktidarı ele geçirir. Bu esnada Galler bölgesinde isyanlar patlak verir, İskoçlar da başkaldırır. Yaşanan iç savaşta Matilda ve Stephen İngiltere’nin taşrasında farklı bölgeleri denetim altına alır, bu süreçte soylular ve kilise sürekli saf değiştirerek “kazanan ata” oynamaya çalışır, şövalyeler kont olma hevesiyle tutuşur, halkın kanı her zamanki gibi oluk oluk akıtılır ve zenginler arasındaki mücadelede olan yine fakir köylülerle halk tabakasına olur.

Nihayet daha önce Normandiya’ya dönmüş olan Matilda’nın oğlu Henry, 1153’te İngiltere’yi yeniden işgal eder ve hem kilise hem de baronların iki taraftaki destekçileri de iç savaştan bunalıp barış taleplerini yükseltmeye başladığında iç savaşın sonu görünür. Stephen ile II. Henry bir anlaşmaya varır ve Henry tahtın varisi ilan edilir; Stephen anlaşmadan bir yıl sonra öldüğünde II. Henry tahta çıkar ve Büyük Anarşi denilen bu dönem de sona erer. Osmanlı tarihinde, 1402’de Ankara Savaşı sonrasında başlayan ve 11 yıl süren Fetret Devri’ne benzer bir hanedan ve soylular arası kaotik iç savaş yıllarıdır bu dönem.  

Bir jonglör, bir katedral, bir keşiş, bir kontes, bir duvarcı ustası ve gayrimeşru çocuklar

Follett hikâyesini tam da bu kriz yıllarında Fransız jonglörün gayrimeşru eşi ve çocuğunun etrafında örgülüyor. Finalde hem kadının hem de çocuğun peşini bırakmayıp hesabını sorduğu bu idam sahnesiyle açılıyor kitap. Aslında iç içe geçmiş birkaç hikaye var romanda: Soyluların kendi aralarındaki ihtilaf ve savaşlar, köylü ve halk yığınlarının hayatta kalma mücadelesi, kilise mensuplarının içerideki güç mücadeleleri ve bir bina. Kitabın Türkçesine de –aslında yanlış bir tercih olarak- adını veren bir katedral inşaatı. 

Follett’ın bütün bir kitap boyunca özenle işlediği katedral, aslında yazarın bu görkemli Orta Çağ mabetlerine olan kişisel ilgisini de yansıtacak şekilde kitabın neredeyse her sayfasına özenle yerleştirdiği bir simge. Aslında gerçek bir öyküden esinleniyor bu katedral etrafındaki kurgu: Günümüzde İngiltere’nin güneyindeki Wiltshire bölgesinde yer alan Gotik şaheseri Salisbury Katedrali, gerçekten de 1220 ile 1258 yılları arasında 38 senede inşa edilmiş bir mabet. Her ne kadar kitaptaki kurgudan bir asır sonra inşa edilmişse de, 123 metrelik kule ucuyla İngiltere’deki en uzun katedral kulesine sahip olan bu yapı, Follett’ın hayranlık duyduğu ve romanına ilham veren hakiki bir bina.

Ken Follett’ın 2010’da Daily Mail’de hem kendi kişisel ilgisini hem de Orta Çağ mabetlerini anlattığı bir yazısında (https://www.dailymail.co.uk/travel/article-1331731/Salisbury-Cathedral-Ken-Folletts-Pillars-Of-The-Earth.html) da işaret ettiği üzere, Orta Çağ katedralleri oldukça görkemli yapılarına rağmen, bazen merkezle taşra arasındaki güç mücadeleleri bazen yerinin beğenilmemesi veya önemini kaybetmesi, bazen de savaşlar veya finansal sorunlar nedeniyle çok uzun süren inşaat sürelerine sahip. Örneğin Köln Katedrali, inşasına 1248’de başlanmasına rağmen, yüzlerce yıl ilerlemeyen inşaat 1880’de tamamlanabilmişti. Kingsbridge’deki katedral de çok sayıda çatışmanın, kontlarla şövalyelerin ve krallarla derebeylerinin kendi aralarındaki savaşların, Kilise içindeki muhteris din adamlarının güç mücadelelerinin, kıtlıkların, ekonomik krizlerin, parasızlıkların vs. ortasında, onlarca yıl içerisinde ve farklı mimarlarla ustalar tarafından bitirilebiliyor.

Romanda en çok ilgimi çeken karakterse, Kingsbridge Katedrali’ne kendisini adamış bir keşiş: Phlilip. Follett gibi Galli kökenli olan ve henüz çocukken bir isyan sırasında anne babası kralın askerlerince gözleri önünde öldürülen, ikiziyle birlikte manastır keşişleri tarafından sahiplenilen Philip, zaman içinde zekası ve gayretiyle sivrilir. Kontlar ve şövalyelerle din adamları arasındaki güç mücadeleleri sırasında bazen iyi niyeti bazen diplomatik kabiliyeti bazen de cesurca inisiyatifleriyle bir şekilde yükselen ve bu katedrali inşa etmeyi kendisi için bir tutkuya, hayat memat meselesine dönüştürmüş, adanmış bir adam. Papaz adaylığından başpiskoposluğa uzanan yolda, kimi zaman kontlarla ve şövalyelerle, kimi zaman kendisi gibi din adamlarıyla mücadele etmekten çekinmez, hatta kimi zaman bu uğurda krala kafa tutacak kadar katedrale kendini adamıştır.

Aliena, henüz çocukken babasının ikbalinin idbare dönüşünü görmüş, gençliği ve kalesi kendisinden alınmış, hayatta her anlamda zirveyi de çukuru da görmüş bir kadındır. Gemiden kurtulan ama uydurma bir suçla asılan jonglörün oğlu Jack ile tanışıp hayatını birleştirse de talihsizlikler yakasını bırakmaz, can düşmanı William yükselirken o genelde dibe doğru iner bütün kitap boyunca. Ancak finalde William politik güç mücadeleleri sırasında yaptığı hayati bir hata sonucu idam edilirken, Aliena mutlu bir aile tablosuyla sahneden iner. Mutlu sonlara inanan bir yazar olarak Follett romanda iyileri yine ödüllendirir. Bir yandan da olay kurgusu açısından bir sürpriz yapar okuyucuya: İpte can veren bir idam mahkumuyla başlattığı anlatıyı, yarım asır sonra yine ipte can veren bir başka idam mahkumuyla bitirir, üstelik ikinci mahkum ilkinin katline sebep olan adamın ondan daha zalim olan oğludur.

Tüm bu mücadelelerin ortasında, katedralin inşası ise başlı başına bir romandır aslında: Follett, işinde mahir bir duvar ustası olan Tom’u biraz fukaralık ve çaresizlik biraz tutku biraz da yokluktan bir katedral başmimarına dönüştürür. Onun henüz doğumunda kiliseye emanet edilen oğlu Jonathan’ı da gün gelir aynı kiliseye başrahip yaparken, gayrimeşru çocuğu Jack’i ise kendisinden sonraki başmimar olarak resme dahil eder. Jack’i İspanyol şehri Santiago de Compostela’ya gönderip Suriyeli tüccarlarla Endülüs mimarisini de hayran hayran izletir, Paris’te yeni moda kilise/katedral inşaatlarında da çalıştırır, Meryem Ana ikonasıyla para dilendirip katedral inşaatı için kaynak da toplatır. Her bir sahnede yazarın romancılığına şapka çıkarır okuyucu.

Final: Din-devlet ilişkileri

Kitabıysa etkileyici bir sonla nihayetlendirir Follett ki bu sahne aslında bütün bir Orta Çağ’da din-devlet-toplum ilişkilerinin de özeti gibidir, Orta Çağ’ın tümüyle karanlık bir dönem olarak kodlanmasına da edebi bir itiraz mahiyetindedir. İngiltere Kralı II. Henry, monarşinin yetkilerini ve keyfiliğini sınırlamak isteyen Cantenbury Başpiskoposu Thomas Becket’i idam ettiremez ama Fransa’ya sürgüne gönderir, yıllar süren çekişmenin ardından aracılar devreye girip ikisini barıştırır ve Başpiskopos geri dönmeye ikna edilir. Ama karşılıklı şüphe ve tedirginlikler sona ermemiştir, iki kudretli adamın etrafındaki danışmanları da ateşe odun taşıyıp, acı sona davetiye çıkarır.

Kral Henry seleflerinin yapmadığı bir şeye cesaret eder, Başpiskopos’u Cantenbury Katedrali’nin içinde feci şekilde öldürtür, ama hiç beklemediği şekilde halk Becket’e şehit (martir) muamelesi yapar ve ondan geriye kalan her şey kutsanır. Thomas öldürülürken yanından ayrılmayan Kingsbridge’in başrahibi Philip sayesinde bu feci cinayet Avrupa’nın her yanında yankılanır ve Kral lanetlenir. Haberi alan Papa, Thomas’ı aziz ilan eder, hatta “Aziz Thomas Şövalyeleri” adıyla keşiş-şövalyeler öncülüğünde yeni bir tarikat dahi ortaya çıkar. Kral pişman olur Başpiskopos’u öldürttüğüne, ama iş işten geçmiştir. 

Yazar finalde etkileyici bir sonla devletin başını ruhani olanın naaşı ve otoritesi önünde diz çöktürür. Hatta bu günahın kefareti olarak, kiliseye yalınayak ve başıkabak sokulan kral, sırtına sembolik de olsa yüzlerce kırbaç darbesi vurularak cezalandırılır. İsa’nın takipçileri siyasi erke karşı bu sefer yüzü yerde davranıp “dövene elsiz, sövene dilsiz” kalmamış, krala azizin naaşı önünde diz çöktürüp dünyevi otoriteyle ruhani otoritenin birbirinden nasıl ayrılması gerektiğini göstermiştir. 

Follett kralın bu cezasıyla biraz da keyiflenir gibidir, kendi soyundan olan asi Gallilerin monarşiye isyan sonucu soylarının kırılmasının kefaretini de içten içe kralın sırtına yüklemiştir adeta bu final sahnesinde.

***

Bizde Salisbury Katedrali ayarında abidevi pek çok mabet var, İngilizlerin Büyük Anarşi’sine taş çıkartacak Fetret Devri tarzında politik kaos dönemlerimiz de tarihten hiç eksik olmadı. Ama yazar ve edebiyatçılarımız ne bu mabetlerin etkileyici öykülerini Ken Follett ayarında tasvir edebildi ne de bir The Pillars of the Earth ortaya konabildi.

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
1982 yılında doğdu. ODTÜ İktisat bölümünde lisans eğitimini tamamladı, Uluslararası Güvenlik alanında yüksek lisans yaptı. Hâlihazırda Orta Doğu Çalışmaları alanında doktora eğitimini sürdürmektedir. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, İran dış politikası ve kültürel hayatı, Orta Doğu’da devlet dışı aktörler, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında akademik faaliyetlerini sürdürmektedir. İyi derecede İngilizce ve Farsça bilmektedir. Kendi telif eserleri ve editörlük çalışmalarının yanısıra; Farsça ve İngilizceden tarih, edebiyat, uluslararası ilişkiler ve hatırat türlerinde çevirileri bulunmaktadır. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...