Ata Yurduna Dönüş — Türkmenistan’da Bir Kalp Sarsıntısı

Uçağın tekerlekleri Türkmenbaşı pistine değdiği an, içimde tarif edemediğim bir sarsıntı hissettim. Ne korkuydu bu, ne de sıradan bir heyecanSanki uzaklarda unutulmuş bir hatıra, yüreğimin en derin yerine dokunmuştu. Gri bulutların arasından süzülen altın renkli güneş ışıkları, pencerenin ardından bana hoş geldinder gibiydi. İçimdeki ses ise fısıldıyordu: Bu topraklar seni tanıyor.

Belki de insan, köklerini görmese de hisseder; bin yıl öteden gelen bir çağrı gibi, kanın hafızasında taşır o sesi. Türkmenistan, benim için yalnızca bir ülke değil; tarihin kalbinde yankılanan bir hatıraydı.

Uçaktan iner inmez yüzüme çarpan sıcak ve kuru rüzgâr, çocukluğumun yaz akşamlarını hatırlattı. Toprağın kokusu tanıdıktı; sanki köyümüzün harman yerinden getirilmişti. Etrafa bakarken her yüzde, her bakışta bir tanıdıklık sezdim. Havaalanındaki genç bir görevlinin tebessümünde uzak bir akrabamın yüz hatlarını buldum. Kadınların başörtüleri, ninemin sandığında sakladığı ipek yazmalar gibiydi. Erkeklerin dik duruşu, dedemin harman zamanı yorgun ama gururlu hâlini hatırlattı bana. O an anladım; başka bir ülkeye değil, sanki kendi köyüme dönmüştüm.

İlk gün Balkanabad sokaklarında dolaşırken, şehrin düzenine ve huzuruna hayran kaldım. Beyaz mermerden yükselen binalar, tertemiz yollar, güneşin altında ışıldayan geniş caddeler… Şehir, bir sanatkârın elinden çıkmış gibiydi. Mermerin beyazlığı gökyüzünün mavisini daha derin kılıyor, güneş vurdukça şehir bir inci gibi parlıyordu. Ama beni asıl etkileyen, bu ihtişamın ardındaki dinginlikti. İnsanlar telaşsız, saygılı, huzurluydu. Sanki zaman burada biraz daha ağır, biraz daha bilge akıyordu.

Otelin en üst katındaki çayhanede otururken, garsonun Afiyet bolsun!deyişi kalbime dokundu. Yıllardır duymadığım bir melodiyi yeniden işitmiş gibiydim. Sohbet ettiğim genç Türkmenler, ninemin saf Türkçesine benzeyen bir dille konuşuyorlardı. Neçençi yaşda?diye sordular bana — “Kaç yaşındasın?demekmiş. Bu sadece bir dil benzerliği değildi; yüzyılların ötesinden süzülüp gelen bir kardeşliğin sesiydi. İstanbuldan geldiğimi söylediğimde ise kutlu şehrin sakini gibi  hürmet ettiler.

Sofralarında oturduğumda duygularım büsbütün karıştı. Önce dua, ardından hep bir ağızdan yükselen “ÂminsesleriAnnemin, ninemin duaları geldi gözümün önüne. Etli pilavın ya da pişinin kokusu, bizim köy düğünlerimizin kokusuyla aynıydı. Türkmen mantısı ise bizim boz mantı”nın kardeşi gibiydi. Her lokmada memleketin tadı, geçmişin kokusu vardı.

Türkmen halkının yüzünde içten bir tevazu parlıyor. Gözleriyle gülümseyen bir coğrafya burası. Otelde sabah kahvaltısında bana Hoş gördük sizi, uzaklardan gelipsiniz,dediklerinde, o sözde yalnızca misafirperverlik değil, akrabalık sıcaklığı da vardı. Samimiyetleri gösterişsiz, nezaketleri derin. Birine kardeşimdediklerinde, bu sadece bir hitap değil, bir hakikat. Gerçekten kardeşiz; tarih, dil ve gönül bizi birbirine bağlamış.

Ertesi gün Hazar Denizinin doğu kıyısına gittim. Denizin maviliği gökyüzüyle yarışıyor, dalgalar kıyıya bir türkü ritminde vuruyordu. Rüzgâr yüzüme dokundu, Hoş geldin ama geç geldin,dedi sanki. İçimde bir sızı hissettim. Belki de gerçekten geç kalmıştım. Çünkü insan köklerinden ne kadar uzaklaşırsa, kendinden o kadar eksilir.

Türkmen bozkırlarını gördükçe Anadoluyu hatırladım. Ufka uzanan sarı tarlalar, gökle toprağın birbirine kavuştuğu o sonsuzluk hissiBurada doğa sadece güzelliğini değil, vakarını da insana sunuyor. Henüz kirlenmemiş, bozulmamış bir sadelik hâkim. Toprak bile adeta sessizce beni hor kullanmadiyor. Halkın bu doğaya gösterdiği özen, onların yaradılışa duyduğu derin saygının nişanesi.

Türkmenistan yalnızca bir ülke değil; bir ruh, bir inanç, bir ahlak mirası. Halk, modernleşirken bile köklerinden kopmamış. Gökdelenlerin gölgesinde bile bir Türkmen çadırının, dokunmuş yörük halısının hatırası hissediliyor. Kadınların ipek elbiseleri, erkeklerin milli başlıkları; birer süs değil, geçmişle gelecek arasındaki bağın sembolleri. Asıl muhafazakârlık da belki budur: değişimi reddetmeden, özünü kaybetmeden ilerlemek.

Bu topraklar, bir zamanlar ilmin ve hikmetin kalbiydi. Merv şehri, İslam dünyasının yıldızlarından biriydi. Zemahşerî gibi bilginler bu topraklarda yetişmişti.

Üç gün boyunca gördüğüm, duyduğum, tattığım her şey bende bir yankı uyandırdı. Kimi zaman bir çocuğun kahkahasında, kimi zaman bir ihtiyarın selamındaTürkmenistan bana kim olduğumu hatırlattı. Çünkü insan bazen kimliğini, ancak aynasında kendi yansımasını görünce fark eder. Bu ülke, benim için o ayna oldu.

Akşam, otel balkonundan gün batımını izlerken Hazardan esen rüzgâr beyaz mermerleri okşuyordu. Güneş, turuncu ile mor arasında kaybolurken içimden bir ses yükseldi: Atalarının nefesiyle aynı havayı soluyorsun.

Derin bir nefes aldım. İçime dolan hava sadece oksijen değil, tarih kokusuydu.

Buradaki insanların yaşamı da sade ama derin. Gösterişten uzak, kanaatkâr bir hayat sürüyorlar. Kimse zenginliğini sergileme telaşında değil; herkes ailesine, işine, toprağına bağlı. Biliyorlar ki, insanın en büyük zenginliği, toprağıyla, ailesiyle, komşusuyla kurduğu bağda gizlidir.

Ekonomi hızla gelişiyor. Yer altı zenginlikleri dikkatle işleniyor; doğalgaz ve petrol, ülkenin geleceğini inşa eden temeller olmuş. Ama asıl güzellik şu: modernleşme, halkın ruhundan hiçbir şey eksiltmemiş. Aksine, geçmişin üzerine sağlam bir gelecek kurma gayreti var. Şehirler planlı, yollar düzgün, kamu binaları görkemli ama tevazu dolu. Devletin düzeni, halkın vakarına benziyor. Sabah güneş doğmadan, hem devlet dairelerinde hem de sokaklarda insanlar işinin başında. Açılış törenleri bile sabahın bereketli saatlerinde yapılıyor. Böyle olunca gün gerçekten bereketleniyor.

Son gün sabah erkenden bir fuar merkezine gittim. Açılıştan önce Türkmen halkı, zarif bir özenle hazırladıkları halk danslarını sundular. Çiseleyen yağmur altında herkes coşkuyla alkışlıyordu. O sırada, Türkmenistanda büyük yatırımları olan Ahmet Çalık ve Erman Ilıcak beylerle yan yanaydık. Yağmur şiddetlenince Erman Beyin şemsiyesi altına sığındık. Bir an sonra Ahmet Bey zarifçe, “Şemsiyeyi Japon misafirlere verelim,dedi. O anda yağmur yavaşladı, ardından dindi. O küçük an bile, bu toprakların üzerinde yaşanan nezaketi anlatmaya yetiyordu.

Fuar açılışı “besmeleile başladı. Türkmen firmalarının gelişimi göz kamaştırıcıydı. Yakın zamanda dünya sahnesinde büyük Türkmen şirketlerini görmek kimseyi şaşırtmamalı. Bu topraklar büyüyor, olgunlaşıyor, dünyaya açılıyor. Ziyarete gelen genç Türkmenler ise olgun, ne istediğini bilen, özgüvenli insanlardı. Onlarda hem geçmişin asaleti hem geleceğin enerjisi vardı.

Ve dönüş vakti geldi. İçimde garip bir hüzün vardı; sanki kısa bir ziyaret değil de uzun bir vedaydı bu. Hazar Denizine, sarıya boyanmış bozkırlara baktımSanki bana el sallıyorlardı: Unutma bizi. Ama unutmam mümkün değildi. Çünkü artık biliyordum: Türkmen, Türk’ün kardeşidir. Bu topraklar bizim ata yurdumuzdur. Ve insanın ata yurduna dönmesi, aslında kendine dönmesidir. Bir ara gözlerimi kapattım, geçmişe döndüm. Dudaklarımdan şu cümle döküldü: Ben buraya ilk defa geldim ama sanki hep buradaydım. Ve o an anladım bazen insan bir ülkeye değil, bir duygunun kucağına iner. Türkmenistan benim için işte o kucaktı: sıcak, samimi, tanıdık Ata yurdumun kalbi, artık kendi kalbimin ritmiyle aynı atıyordu.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Küresel Sumud Filosu’nun meşruiyeti ve İsrail müdahalesinin hukuksuzluğu

Ekopolitik Düşünce Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Ramazan Arıtürk, Küresel Sumud Filosu'nun statüsünü ve hukuki pozisyonunu Yeni Şafak için...

Başlarken…

Ekopolitik’in logosunda bulunan “arı”, kurumsal kimliğimizin en önemli alegorisidir. Zira Ekopolitik’te bir araya gelen araştırmacıların en değerli hususiyeti...

İki Yüz Yıllık Anayasa Arayışımız

1839 Tanzimat Fermanı’ndan günümüze kadar süren anayasa arayışları Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan uzun bir süreci kapsar. Bu dönemde,...