Türk Akademisindeki En “Cins” Kafalardan Biri: Sencer Divitçioğlu

Genel itibariyle birbirini biteviye tekrar etmenin ötesine gitmeyen akademik camiamızda, farklı bir şeyler söyleyen, rutin çalışmaların ötesine geçip teoriye katkıda bulunan, doğru veya yanlış bir şeyler bulmaya çalışan, üzerinde kafa patlattığı şeylerden dolayı dışlanan, hatta tasfiye edilen akademisyenlerimizin sayısı fazla değil. Bu “cins” kafalara örneğin 1960’ların 1970’lerin nispeten daha özgür akademisinde daha sık rastlanabilirken, günümüzde büyük bir kısırlıkla malul hem akademik camia hem de entelijansiyamız.

Prof. Sencer Divitçioğlu, tam da bu “cins” kafalardan biri olarak, ölümünün üzerinden 11 sene geçmiş olmasına rağmen halen dikkat çeken bir isim. Kişisel olarak Prof. Divitçioğlu ve tezleriyle tanışmam, 2000’lerin hemen başında ODTÜ İktisat Bölümü’ndeki talebelik yıllarıma gidiyor. Prof. Erdal Yavuz’un –kimilerinin şikâyet ettiği ama benim ilgi çekici ve ufuk açıcı bulduğum- Econ 107 (State, Society and Civilization) dersinde, ilk kez Divitçioğlu’nu duymuş ve ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) tezinden haberdar olmuştum. Sonrasında Prof. Eyüp Özveren’in İktisadi Düşünce Tarihi derslerinde –bilhassa dersin okumalarında- kendisini daha detaylı inceleme fırsatım olmuştu.

Tüm bunların üzerinden yirmi yıldan fazla bir vakit geçti. Zaman içinde diplomasiye, uluslararası siyaset ve güvenlik çalışmalarına yönelince, Marksizm içi politik-ekonomi tartışmaları da Sencer Hoca’nın ATÜT tezi de benim açımdan gündemin arka sıralarına düştü. Ta ki bugünlerde Adnan Ekşigil’in Divitçioğlu’nu bir insan, bir entelektüel, bir hoca ve bir iktisatçı/tarihçi olarak inceleyen biyografik notlarını[1] okuyana kadar. Bir yandan da Divitçioğlu’nun özellikle Türk tarihine ilişkin kendi tarzındaki araştırmalarına göz atıyorum biyografiyi okurken. Bu yazıda da Ekşigil’in notlarından ve diğer okumalarımdan hareketle, bir Divitçioğlu portresi ortaya koyarak, bu “cins” kafayı yâdetmek niyetindeyim.

Divitçioğlu’nun serencamı

İstanbul’da doğup İstanbul’da ölen, sadece bu yönüyle değil dostlukları ve çevresiyle de kozmopolit bir İstanbul insanı profiline sahip olan Sencer Divitçioğlu, 1927’de İstanbul’da doğdu. 1950’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından, doktora eğitimini Paris Üniversitesi’nde yine ekonomi alanında, mikroekonomideki oligopol teorileri üzerine teziyle tamamladı. Şimdilere “doçentlik tezi” kavramı ortadan kalktı, ama Sencer hoca Marks’ın İktisadi Büyüme teorisi üzerine hazırladığı teziyle İstanbul Üniversitesi’nde doçent olmuştu.

Baba tarafı, Osmanlı’nın uzun 19. asrında müşirliğe (mareşallik) kadar yükselmiş olan, İşkodra ve Trabzon’da valilik yapmış Divitçi İsmail Hakkı Paşa’ya dayanır. Anne tarafından da “Paşa torunu”dur Divitçioğlu, diğer dedesi de 19. yüzyılda nâzırlık görevinde de bulunmuş olan Zühtü Paşa. Babası Necmettin Divitçioğlu, Ankara Numune Hastanesi’nin baştabipliğini yapan ve Afganistan Kralı Emanullah Han’ın isteğiyle bu ülkeye doktor olarak gönderilen bir erken Cumhuriyet dönemi aydını. Eşi Sevgi hanım tarafından da varlıklı olduğu için akademik ve entelektüel ilgilerine daha kolay vakit ve kaynak ayırabildiği tahmine müsait.

Ekşigil, kitabında Divitçioğlu’nun akraba çevresinden olduğu için bir vakte kadar sık görüştüklerini anlatır ve kendisinin de görüp tanıdığı sosyal çevresine ayrı bahis açar. Bilhassa Türkiye’nin yetiştirdiği bir başka “cins kafa” ve Düzenin Yabancılaşması teziyle birkaç kuşağı birden etkilemiş olan düşünür İdris Küçükömer’le (1925-1987) yakınlığı ve dostluğunu bilhassa vurgular, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde hocalık yapan bu iki entelektüeli zaman zaman mukayese eder. Bu mukayeselerde yazarın gönlünün, akrabası olan ve bir zamandan sonra görüşmedikleri Divitçioğlu’ndan yana değil de kendi döneminin de en etkili isimlerinden olan Prof. Küçükömer’den yana kaydığını görmek çok zor değil. Muhtemelen objektif olarak da iki ismi farklı veçhelerden karşılaştırınca bu hissiyatı doğrudur.

Kandilli İskelesi’nde vapurdan inen Divitçioğlu, Can Yücel ve Küçükömer içinde esnafın en fazla Küçükömer’e teveccüh edip saygı göstermesini şu ironiyle anar: “Can Yücel bakan çocuğu, Sencer paşa torunu olabilirdi ama ‘asalet’ işçi çocuğu İdris’teydi. Çocuğu da değil, doğrudan işçi: İdris Hoca’nın üniversiteye ilk adımını orada boyacı olarak çalışırken attığı anlatılır” (s. 15). Divitçioğlu’nun, Orhan Pamuk ve Livaneli’yle ilişkisine dair bölümler de, bu tür kitapların olmazsa olmazı olan entelektüel dedikodu açısından ilgi çekici; Ekşigil’e göre, Divitçioğlu günün sonunda Pamuk’un “aşktan anladığından” ve romancılık yeteneğinden tatmin olmuş görünür (s. 30-32).

Ekşigil, bu biyografik anlatıda İstanbul ve çevresindeki yerleşim isimlerinin üzerine ayrı bir titizlikle eğilir ve bir dipnotta bunları kayda geçirir: “1960’lardaki son bir Türkçeleştirme dalgasında Podima ve çevre köylerin adları değiştirilmişti. Örneğin Podima ‘Yalıköy’, Istranca ‘Binkılıç’, Alaton ‘Aydınlar’, Midye de ‘Kıyıköy’ oldu. Bundan dağlar ve koylar da nasibini almıştı. Çilingoz’un bir ilerisindeki Kastro koyu ‘Kasatura Koyu’, Istranca Dağları da ‘Yıldız Dağları’ oldu. Ben dâhil belirli bir yaşın üstündekiler, bu yerleri eski adlarıyla anar” (s. 18). İnsan, İstanbul gibi kozmopolit bir şehirdeki bu uygulamaları gördükten sonra, cevabını bilse de sormadan edemiyor: Neden?

Adnan Ekşigil’in, kendisi de bir akademisyen olarak, Divitçioğlu’nun yurt dışından döndükten sonra Boğaziçi Üniversitesi yerine İstanbul Üniversitesi’ne geçişini anlattığı ve iki okulun/ekolün 1970’lerden günümüze kadarki hocalar, öğrenciler, akademik iklim ve bilimsel seviyesini karşılaştırdığı bölüm bilhassa ilgi çekici. Hem Divitçioğlu hem de Ekşigil, Boğaziçi yerine İstanbul Üniversitesi’ni tercih etmiş 1970’lerde, zira “Boğaziçi’nin öğretim kadrosunda vasatın altında hocalara pek rastlanmazdı, buna karşılık vasatın üstünde simalara da fazla rastlanmazdı. İÜ’deyse çok kötüler, çok berbatlar vardı ama en iyiler, en parlaklar da oradaydı” (s. 34).

Ve ardından 12 Eylül… Sencer Divitçioğlu da bir “KHK’lı akademisyen” olmuştur, 1402’liklere karışıp yıllarca amfilerden uzak kalacaktır. 1960’ların başında yeni kurulan DPT’nin başına geçmesi tasarısı, aleyhine düzenlenmiş bir MİT raporuyla engellenen –veya engellendiği düşünülen- Marksist bir akademisyen için çok da şaşırtıcı değildir bu.

Divitçioğlu’nun akademik çalışmalarında dönemler ve değişip dönüşen ilgi alanları

Sencer Divitçioğlu’nun entelektüel ilgi alanlarında ve akademik çalışmalarında değişip dönüşen bir disiplinler-arasılık olgusu söz konusu, bundan dolayı öncelikle iktisatçı mı tarihçi mi antropolog mu olduğuna dair zaman zaman kafa karışıklığı yaşanabiliyor.

Ekşigil’in de gayet isabetli bir şekilde izah ettiği ve notlarının 45-110. sayfalar arasında hocanın entelektüel ilgi alanlarının ana hatlarını çok ustalıkla tasvir ettiği üzere; Divitçioğlu aslen bir “iktisatçı” olarak tanınmasına rağmen, kuramsal/akademik ilgi alanı aynı zamanda tarih ve antropolojiyi de kapsıyor. Ekşigil, Divitçioğlu’nun bu dönemsel ilgi alanlarına dair şu ayrımı ve kronolojik sınıflandırmayı net şekilde yapar (s. 46):

  1. İktisat dönemi: 1950’lerin ortasındaki doktorasıyla başlayıp 1980 başlarına kadar süren yaklaşık 25 yıllık dönem. Bu dönem de 1960’larda çıkan ve matematiksel iktisatla özdeşleşen Mikroiktisat kitabını yayınladığı “mikro” dönem ve 1976’da Değer ve Bölüşüm’ü yayınladığı dönemden sonraki “makro” evre olarak ikiye ayrılır.
  2. Osmanlı tarihiyle yüzleştiği ATÜT dönemi 1966’da başlayıp, 1970’lerin ikinci yarısına kadar 10 yıl sürer.
  3. Antropoloji dönemiyse, eski Türk devletleri ve topluluklarına eğildiği evredir; 1980’lerin ikinci yarısında başlayarak, 2014’te vefatına kadar 30 yıllık bir dönemdir.

Divitçioğlu, iktisatla ilgilendiği bu dönemde, ilk evre hariç olmak üzere, çoğunlukla teorik alanda kalır ve “Yüksek Teori” olarak nitelendirilen alanda üretir, bu açıdan “bayağı iktisat” olarak küçümsediği ve günümüzde iktisat olarak bilinen disiplinin büyük bölümünü oluşturan alandan özellikle sakınır. ATÜT tartışmalarına tam da bu noktada girer; yakın dostu Kemal Tahir’in bu tartışmayı Türkçede ilk işleyen kişi olan felsefeci Selahattin Hilav’dan duyup kendisine açmasıyla, Divitçioğlu bu sahaya eğilir ve Osmanlı tarihine hızlı bir giriş yapar.

Ancak bu yoğun emeği Osmanlı tarihçilerinde hemen hiç makes bulmaz; sevdiğini söylediği İnalcık’ın ne ATÜT ne de Divitçioğlu ile ilgili etraflı bir değerlendirmesi vardır, Ortaylı ise istihfafla istihza eder onun tarih teorilerindeki metoduyla [“Nedir o şeyler öyle kutu kutu?”]. Osmanlı tarihçileri bu tartışmayı Marksizm içi bir tartışma olarak görür ve dönüp bakmazlar bile, muhtemelen metot açısından da sorunlu bulmuşlardır, zira Ekşigil, Divitçioğlu’nun dönem kaynaklarını yüzeysel ve aceleci okuyup işlemesine dair çeşitli örnekler de aktarır notları arasında.

Dilinin de okuyucuyu çekmediğini, aksine cebirsel ifadeler ve karmaşık yazım stiliyle kendini okutmadığından şikâyet eder Divitçioğlu’nun eserlerinin. Hoca’nın “alaturka tarihçiler” dediği Türkiye’deki Osmanlı tarihçilerinin sıkça başvurduğunu söylediği anlatı (recit) ve tahkiye (narration) sanatlarından tarih disiplinini kurtarma ve “tarihi sertleştirme” çabasının pek de başarılı olmadığını kaydeder (s. 56-57), Türkiye’deki cari tarihçilik geleneğinin Divitçioğlu’nu tasfiye ettiğini veya görmezden gelip ademe mahkum ederek, sahanın dışına ittiğini söylemeye getirir aslında Ekşigil. Yazar bu bölümde, ATÜT tartışmalarında genellikle birlikte anılan Küçükömer’le Divitçioğlu’nun Osmanlı tarihine bakışını da ustalıkla tefrik eder; Küçükömer’in Osmanlı’nın son yüzyılı ve Cumhuriyet dönemine odaklanırken, Osmanlı klasik çağına ve ATÜT tartışmalarına hiç girmediğinin, ATÜT tartışmalarının münhasıran Divitçioğlu’nun uhdesinde olduğunun altını çizer.

Marksizm’den kopuşu, Mehmet Altan’la sol-liberalizm durağında buluşmaları ve Türkçülük/Türkçe meselesi

Kitabın bilhassa 62-70. sayfaları arasında Divitçioğlu’nun Marksizm’den ayrılığı ve sonunda kopuşunun teorik ve pratik temelleriyle izah edildiği bir bölüm var ki sırf bu bölüm için bile bu kitabın dikkatle incelenmesini tavsiye ederim. Burada, Marksizm içindeki emek-değer teorisinden hareketle dönüşüm ve değerler teorisi içindeki açmazları ve Marksizm’in teorik çerçevesi içinde yanıt bulamadığı bu sorun üzerinde kafa patlatmasına rağmen [Divitçioğlu’nu “cins bir kafa” yapan bence tam da bu noktadır, bir teoriye “kafa patlatacak kadar” kendini vermiş], bu pratik soruna bu çerçeve içinde izahat getiremez: “Dönüşüm teorisi yoksa değerler sistemi de yoktur. Neyle neyi çözeceğini bilmediğin bir şeyin içinden çıkamazsın. Ama biz inandık, uğraştık. Kimse uğraşmadınız diyemez… Çözemedik, çünkü iç tutarlılığı yoktu” (s. 63).

Ekşigil buradan başlayarak ilerleyen bölümlerde, dipnotlarla ve yerinde müdahaleleriyle enfes bir “entelektüel biyograficilik” örneği verir aslında. Mesela şu tespitini kendi adıma da çok önemli buluyorum yazarın: “Kanaatimce Sencer’in Marksizm’den kopmasında dönüşüm probleminin çözümsüzlüğünden duyduğu düş kırıklığının ötesinde başka etmenler de var. Nitekim ‘İnsan çok önemli. Marksizm, insandan bahsederken insanı unuttu’ demesi, sıkıntısının kaynağına işaret ediyor sanki” (s. 65).

Sonra da Ekşigil, Hoca’nın kopuşunda önemli olduğunu bizzat kendisinin zikrettiği “süreç” kelimesine odaklanır; Demirperde’nin yıkılıp SSCB’nin dağıldığı yıllarda Marksizm’in entelektüel dünyadaki yerinin hızla marjinalleşmesinin ve pek çok Marksist için liberalizmin sığınılacak en uygun liman haline dönüşmesinin, bu limanı sevimli göstermek için başına bir de “sol” ibaresinin eklenmesinin tahlilini ufuk açıcı şekilde yapar. Buradan da Divitçioğlu ile bir başka Marksist mahalle çıkışlı iktisatçı Prof. Mehmet Altan’ın “sol liberalizm” rıhtımında buluşması faslına geçer ve bunun düşünsel, doktriner ve pratik temellerini sayfalar boyunca izah eder (s. 90-98).

Yaşı benden büyük olan kuşak, Divitçioğlu’nu daha ziyade Marksizm içi tartışmalar ve bilhassa ATÜT ile tanırken, benden genç kuşak ise çoğunlukla Türklerin Osmanlı öncesi eski tarihine dair tetkikleriyle tanıyor Hoca’yı. Bu açıdan ben iki kuşağın kesişiminde duruyorum sanırım. Ekşigil, Divitçioğlu’nun 1980’lerin ikinci yarısında geliştirdiği bu yeni tarih/antropoloji merakının da yapısökümünü yapıyor ustalıkla. Hoca’nın bu daha eski döneme dair ilgisini, Osmanlı tarihine dönük ilgisine kıyasla daha “nüanslı ve müşfik” görür (s. 71), Annales ekolünün de etkisiyle uzun dönemli tarihe daha yakın bulur Divitçioğlu’nu ve bu sahada çok daha geniş bir yelpazeden seçtiği bibliyografyayla daha ayrıntılı bir tarih okuması geliştirdiğini vurgular.

Ancak Divitçioğlu eserlerindeki temel sorun burada da kendini gösterir; okuyucuları “çekmeyen, bilakis iten ve anlaşılmaz araştırma taslakları”dır Ekşigil’e göre bu Türkler serisi. Bunun sebebinin de hem tarihi formalizasyona tabi tutma ve Matematikselleştirme çabasında hem de kullandığı yoğun öz-Türkçe anlatımda yattığını savunur. Osmanlı tarihine yönelik birinci dönemiyle, eski Türk topluluklarına dair ikinci tarihçilik dönemini izah ederken ve ikinci dönemde daha anlama odaklı bir antropoloji eksenini tefrik ederken, bilhassa “üretim tarzları” bağlamında bir süreklilik de görür (s. 76).

Ancak Ekşigil, Divitçioğlu’nu bu eski tarihe yönlendiren kişisel merakı istihzayla eleştirir, zira Divitçioğlu bunu izah ederken 12 Eylül sonrasında “Bizi üniversiteden uzaklaştıran devlet nasıl bir devletti? Bunu anlamaya çalışıyordum” ifadesini kullanır. “Bunu anlamak için 1.500 yıl öncesine bakmaya ne hacet? Zaten sorunun cevabı orada değil” argümanıyla bu yanıtı boşa düşürür ve anlamsızlığını vurgular. “Sonuçta da nitekim sokaktaki insanın dahi bildiği basit sonuçlardan öteye varamadı bu araştırmalarında” diyerek eleştirir Divitçioğlu’nu. Ancak sonuca varmayan bu büyük çabayı ve kişisel plandaki bu zahmetli entelektüel yolculuğun bizzat kendisini takdir etmekten de kendini alamaz (s. 79-80).

Buradan da Hoca’nın Türkçe hassasiyetini, yeni kelimeler “uydurma” merakını ele alır ve milliyetçiliğe varan hatta Türkçü motifler barındıran akademik ve entelektüel ilgisinin babasının Turancılığıyla başladığını, aileden biri olarak vurgular. Özellikle Türkçe karşılıklar bulmak ve öz-Türkçecilik alanındaki çabasını, bu yolun asıl önemli ismi Nurullah Ataç’la kıyasladığı bölüm kaydadeğer bir pencere açıyor okuyucunun zihninde. Bu noktada Divitçioğlu’nun Türklük ve Türkçe çalışmalarına yönelişinin kişisel saiklerini, Barış Ünlü’nün meşhur “Türklük Sözleşmesi” çerçevesiyle izah etmesi de bence gayet yerinde bir tespit; ancak sırf bununla da tümüyle izah edilemeyecek kadar çok katmanlı dinamiklerin olduğu anlaşılıyor Divitçioğlu’nun düşüncesi ve şahsiyetinde.

Son bölümde yine bir ufuk açıcı tespitle bitiriyor kitabı Ekşigil; Divitçioğlu’ndaki Türklük damarını Ülkücülerin sahiplenip anlayamamasını “belki mürekkep yalamış Ülkücüler bunu denese bile” ifadesiyle biraz önyargıya boğsa da vardığı nokta belki çok da yanlış değil (maalesef): “Sağcı kesimler Kemal Tahir’i tasarruf etmekte belki fazla sıkıntı çekmemiştir ama Sencer o kadar kolay lokma değildir. Eserlerini hakkıyla değerlendirenler olursa, o kişilerin sağcı veya Ülkücü olmayanlar arasından çıkması daha muhtemel” (s. 108).

***

Dönüp bu yazıyı tashih için yeniden okuyunca, en az yazıyı yazarken yola çıktığım “cins kafa” Divitçioğlu kadar Adnan Ekşigil’den de bahsettiğimi farkettim. Bundan içten içe mutlu da oldum, zira bu kadar kısa bir metinde öylesine ustalıkla tasvir ve eleştiri var ki bizzat Divitçioğlu kendini bu kadar açık ve net anlatamazdı. Evet bu kısa biyografik notlar kümesi veya uzun makale formatındaki enfes metin, zihnimde zaman zaman asıl merak ettiğim Divitçioğlu’nun dahi önüne geçmiş durumda; bir biyografide bunu ilk kez yaşıyorum ve Adnan Ekşigil’in üslubu, birikimi, tasvir yeteneği, tahlil kabiliyeti önünde saygıyla eğiliyorum.

[1] Adnan Ekşigil (2021), Sencer Divitçioğlu: Yaşamı ve Düşüncesine Dair Notlar, İstanbul: İletişim Yayınları

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Çin, Doğu Türkistan Meselesi ve Uygurlar II – Sahadaki...

Doğu Türkistan ve Uygurlar meselesiyle ilgili olarak, bir önceki yazıda (https://ekopolitik.org.tr/cin-dogu-turkistan-meselesi-ve-uygurlar-i-isin-dogrusu-ne-mehmet-akif-koc-ekopolitik/) bölgesel ve küresel dengelere değinmiş, Çin’in bölgeye...

Çin, Doğu Türkistan Meselesi ve Uygurlar I – İşin...

Türkiye’nin resmî dış politik gündeminde değilse de kamuoyunun kendi gündeminde son on yıldır en tepede olan dış meselelerin...

ABD-İsrail’in Gazze Ültimatomu: Filistin’in Geleceğinde Ne Var?

ABD Başkanı Trump, Gazze’deki katliamın gölgesinde son günlerde iki kritik görüşme yaptı. İlkinde, 23 Eylül’de BM Genel Kurulu...

BM’nin yolculuğu: İmparatorluktan Barış İdealine ve Nihayet Hükümsüz Kalmaya

ABD Başkanı Donald Trump, 23 Eylül 2025 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, o alışıldık tavırları...

Birinci Dünya Savaşı’nı Almanlar mı Başlattı? Durkheim’ın Penceresinden Bir...

Modern dönem tarihinin ilk küresel savaşı olarak nitelendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak içinde bulunduğumuz Ortadoğu...

“Onbaşının Karısı” ya da İran’a İngiliz Gözlüğüyle Bakmak

Gerald Seymour (1941), Soğuk Savaş döneminde, 1960’larda gazetecilikle başlayan kariyerinde, zaman içinde önemli bir polisiye gerilim ve casusluk...

“Lozan Hezimet Mi Zafer Mi?” Tartışmalarına Alternatif Bir Bakış

Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat...

Filistin Meselesi’nin En Kritik Dönemi: 1948’de Kudüs’te Ne Oldu?

İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü...

Hakikat arayışçısı bir Iraklı-Yahudi entelektüel: Avi Shlaim ve Üç...

Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel...

Enver Paşa’nın Moskova Günleri: ABD’li Bir Gazetecinin Tanıklığı

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri...

Sultan Galiyev: 1917 Bolşevik Devrimi’nin Türk İkonu

1917 Bolşevik Devrimi, şüphesiz tarihin en büyük devrimleri arasında; hatta 1789 Fransız Devrimi’nin ardından en fazla sınır aşan...

“Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları”: Göz önünde ama görünmez dervişler

Tasavvuf, günümüzde çoğunlukla yanlış anlaşılan ve hemen herkesin kendi meşrebine göre kimi zaman hayranlıkla kim zaman kuşkuyla andığı,...

Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric...

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...