Ebu Muhammed Colânî, sonradan kullandığı gerçek ismiyle Ahmed el-Şara, 5 Aralık 2024’te Baas’ı gerileterek ele geçirdikleri geleneksel Sünni güç merkezleri olan Halep-Hama-Humus-Şam hattındaki Hama’ya girdikleri gün yanındakilere “Bugün Suriye’de 40 yıldır kanayan yarayı temizledik” demişti. Pek kimsenin dikkat etmediği bu sözle Şara ne anlatmak istiyordu? Neden 2011’den beri sayıp 14 yıl dememişti de doğrudan 40 yıl demişti, 1980’lerde bu kadar önemli ne yaşanmıştı?
Bu sorular beni Suriye’de aslında 1980’lerden de öncesine giden bir çatışma-ayrışma-rövanş sarmalına götürdü.
Suriye’de 2011’de patlak veren iç savaşın, 8 Aralık 2024’te Baas rejiminin düşmesiyle yeni bir döneme girmesi, çoğu yorumda yakın tarihli bir siyasal dönüşüm olarak ele alınıyor. Oysa Suriye’nin bugün yaşadığı kırılmayı, bir “rejim değişikliği” ya da “iç savaş sonrası yeniden yapılanma” çerçevesinin ötesinde, yaklaşık iki yüzyıldır devam eden bir toplumsal rekabet ve devlet inşası krizinin yeni bir safhası olarak görmek icap ediyor. Bu uzun tarihsel sürekliliği görmezden gelen her analiz, ülkenin neden tekrar tekrar benzer gerilimlere sürüklendiğini ve bundan sonra da sürüklenebileceğini anlamakta yetersiz kalmaya mahkûm.
Bu bağlamda kanaatimce, Suriye’nin siyasal çatışma dinamiklerini açıklayan en belirgin eksen; bilhassa 19. yüzyılda iç ve dış dinamiklerle daha da tahkim olunan, şehirli Sünni Arap çoğunlukla kırsal/periferik azınlık toplulukları arasındaki tarihsel güç mücadelesidir. Kavalalı İbrahim Paşa’nın 1830’lardaki işgaliyle başlayan ve Tanzimat / Islahat reformlarıyla hızlanan bu ayrışma; Fransız Mandası’nın kimlikleri kurumsal olarak ayrıştırmasıyla derinleşmiş, bağımsızlık sonrası darbeler ve özellikle Baas döneminde kurumsal bir yapıya kavuşmuş, 2011 sonrasında ise yeniden görünür hâle gelmiştir.
Bu yazıda 2011’de başlayan iç savaşı ve 8 Aralık 2024’teki gelişmeleri, bu iki asırlık çatışma dinamikleri ve ayrışmalar üzerinden, daha geniş bir çerçeveye yerleştirerek ele alacağım.
Mısır (Kavalalı) işgali ve Tanzimat’ın doğurduğu yeni toplumsal rekabet
1831–1840 arasında Osmanlı Devleti’yle politik sorunlar yaşayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Suriye’yi işgali, Osmanlı’nın Suriye-Lübnan coğrafyasındaki geleneksel yerel otorite kaynaklarını çözerken yeni askerî-idari merkezlerin yükselmesine zemin hazırladı. Ardından gelen Tanzimat reformları, hem Müslüman-gayrimüslim hukuki eşitlik sistemini getirdi hem de Avrupa devletleriyle kurulan yeni ekonomik ilişkiler üzerinden Hristiyan toplulukların ticari sınıflar içinde yükselmesini kolaylaştırdı. Bu süreç, Halep ve Şam başta olmak üzere şehirli Sünni elitlerde ciddi bir statü kaybı ve merkezî otoriteye yönelik hoşnutsuzluk üretti.
1850 Halep ayaklanması ve 1860 Şam–Lübnan aksındaki Müslüman–Hristiyan çatışmaları, yalnızca dinî rekabetlerin ürünü değildi, aynı zamanda modernleşmenin dönüştürdüğü güç ilişkilerinin yeni bir siyasal dili olarak tezahür etti. Bu dönemde ortaya çıkan ilk Arap milliyetçisi fikir hareketlerinin önemli bir bölümünün başta ve ağırlıkla Hristiyanlar olmak üzere, Dürzî ve Alevî entelektüellerden gelmesi, “merkez–periferi” ayrışmasının ulusal kimlik düzeyine taşındığını gösteriyordu. Bu aynı zamanda İstanbul’la uzlaşı içinde Suriye’yi yöneten, geleneksel Sünni şehirli elitlere karşı, periferideki azınlıkların bir tür başkaldırısıydı ve mikro milliyetçi ajitasyondan beslenen bu zincir burada sona ermeyecekti.
Fransız Mandası: Çok-kimlikli toplumun bölümlenmesi
1918’de biten Büyük Savaş sonrası Fransız Mandası’nın uyguladığı böl-yönet paradigması, Suriye’de önceki yüzyılda zaten araya kan girerek başlamış bulunan ayrışmayı kurumsal hâle getirdi. Suriye coğrafyasında tarihte ilk kez, Alevîler için Lazkiye merkezli bir “Alevi Devleti”, Dürzîler için de ayrı bir “Cebel-i Dürzî Devleti” kuruldu; işgalcilerle din birliği içinde olan Mârûnîler ve diğer Hristiyan cemaatler Mandater yönetimin doğal müttefiki olarak konumlandırıldı. Ayrıca Mandater orduya alınan kesimlerin önemli bir kısmının Alevî, Dürzî ve Hristiyan olması, periferideki grupların ilk kez devlet aygıtında bir kurumsal güç biriktirmesine de yol açtı.
Bu dönemde Sünni şehirli elitin siyasal rolü ise çelişkiliydi: Bir yandan Fransızlara karşı millî mücadelede önderlik ediyor, fakat aynı zamanda Mandanın azınlıklara tanıdığı kurumsal güçlenmeyi kendi hegemonyasına yönelik bir tehdit olarak algılıyordu. Böylece bağımsızlık sürecine, kimlik rekabetinin devletleşme alanına yerleşmiş bir biçimiyle girildi. Bu süreçte Dürzîlerin ayrı bir devletçiği olmasına rağmen, Sultan Paşa el-Atraş gibi Dürzî önderlerin işgal karşıtı duruşları sözkonusu olsa da bu durum genel gidişatı derinden değiştirmedi.
1946 Bağımsızlık Sonrası: Darbeler ve Merkezîleşme Çabası
Suriye, 1946’da Fransız işgalinden tümüyle kurtulup bağımsızlığını kazandıktan sonra, ülkede siyasal istikrar bir türlü sağlanamadı. Bunda iç dinamiklerin yanında, kuşkusuz 1947-48 sürecinde İsrail Devleti’nin kuruluşunun getirdiği bölgesel sorunların da etkisi vardı. Bilhassa 1949, 1954, 1961 darbeleri, yalnızca elitler arasındaki ideolojik çatışmaların değil, aynı zamanda şehir kökenli Sünni subaylarla daha kırsal ve azınlık kökenli subaylar arasındaki rekabetin de yansımalarıydı. Nitekim bu rekabet de tarihsel husumet dinamiklerinin askerî düzlemde ordu ve politik elitlere sirayetini göstermekteydi.
Baas Partisi’nin kuruluşu ve Bağdat Paktı başta olmak üzere bölgesel denklemlerin de zorlamasıyla ortaya çıkan 1958–1961 Birleşik Arap Cumhuriyeti deneyimi, Suriye’deki toplumsal ayrışmayı daha da görünür kıldı. Mısır merkezli Nâsırcı tekebbür ve pan-Arap milliyetçiliği, Suriyeli subaylarda genel bir dışlanmışlık hissi yaratırken, şehirli Sünni bürokrasiye yeni alanlar açmaktaydı. Bu nedenle Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne son veren 1961 “ayrılıkçı” darbesi, Nâsırcı ve sol/sosyalist arka plana sahip subaylara karşı bir “şehirli karşı hamlesi” niteliği taşıyordu.
Ancak bu iki yıllık “ara” dönemin hemen ardından gelen 1963 Baas Darbesi, bu kez 1961’deki Sünni ağırlıklı hükümete karşı bir tepkiydi. Böylece Suriye siyasetinde “dönüşümlü rövanşlar” dönemi başlayacaktı: Her darbe, bir önceki iktidarın aktörlerine karşı kimlik ve sınıf temelli bir karşı hamle niteliği taşıyordu. 1961-63 döneminde Suriye’yi yöneten kadroların 1949-61 döneminde yapılan millileştirme ve toprak yönetimi gibi sol/sosyalist eğilimli politikaları geri döndürme hamlesi, bu ayrışmayı göstermenin yanında, kendinden sonraki rövanşist döngüye de ışık tutuyordu.
1963 Sonrası ve Baas Rejimi: Azınlıkların Devletleşmesi
Baas’ın iktidara gelişi, yalnızca Soğuk Savaş dönemindeki kamplaşma ortamında ideolojik bir dönüşüm değildi, aynı zamanda devletin toplumsal tabanında köklü bir değişim anlamına da geliyordu. Suriye’nin kırsal bölgelerinden gelen yoksul Alevî, Dürzî ve İsmailî subaylar, Baas’ın ordu içindeki çekirdeğini oluşturdu. Bu durum, sosyo-politik açıdan şu anlama geliyordu:
- i) Şehirli Sünni elitlerin geleneksel siyasal üstünlüğü ve tek başına belirleyiciliği kırıldı.
- ii) Devlet aygıtı ilk kez periferideki etnik/dinî toplulukların elinde kurulup teşkilatlandırıldı.
iii) Alevî toplumu, tarih boyunca dışlanmış bir grup olmaktan çıkıp, devletin güvenlik mimarisinin taşıyıcısı hâline geldi.
Bu dönüşüm ve Baas’ın iktidara gelmesi, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi yalnızca “sekteryan” ve mezhepsel çerçevede açıklanamaz. Daha ziyade ve büyük ölçüde, devleti kontrol eden toplumsal sınıfların değişmesini de ifade etmektedir. Kırsal kökenli subaylar ile şehirli ticari elitler arasındaki gerilim, mezhepsel ayrışmayla birleşerek, geleneksel kırılımların yanına yenilerini ekleyerek, Suriye’nin modern siyasetinin temel fay hattını oluşturdu.
Esad Dönemi: Güç, Güvensizlik ve 1982 Travması
Hafız Esad’ın 1970’te iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Alevîlerin devlet aygıtı üzerindeki demografik yoğunluğu, bilhassa güvenlik kurumlarında yoğun bir şekilde arttı. Bununla birlikte Esad pan-Arap bir çizgide ve Sovyet yalısı kampın içinde duruyor, rejimini mezhepsel bir kimlikle tanımlamıyordu. Ancak ordu, istihbarat ve parti kadrolarındaki Alevi ağırlığı, toplumsal algıda mezhep merkezli bir iktidarın varlığına işaret ediyordu.
Bu dönemdeki ayrışma, Nâsır sonrası Arap dünyasında yeniden yapılanma eğilimleri içindeki Müslüman Kardeşler’in, ülkedeki şehir merkezli Sünni muhalefetin temsilcisi olarak konsolide olmasıyla keskinleşti. 1979–1982 arasındaki İhvan ayaklanması ve buna devletin yanıtı olarak girişilen ağır 1982 Hama operasyonu, Suriye tarihinde “hesabı kapanmamış” bir dönüm noktasıydı, ancak muhtemelen 1980’lerde bu olayın ciddiyeti ve yol açabileceği sorunlar anlaşılabilmiş değildi.
Hama’daki ağır muamele ve katliam, yalnızca bir güvenlik operasyonu değil, merkezin periferi üzerinde kurduğu yeni güç düzeninin, bir zamanların müesses nizamını temsil eden şehirli Sünni kesimlerin direnişiyle nihai karşılaşmasıydı. Ahmed el-Şara’nın 5 Aralık 2024’te Hama’ya girerken hatırlatacağı “40 yıllık kapanmayan yara” işte tam olarak buydu.
1982’den sonra rejimle Sünni çoğunluğun şehirli ve dindar kesimleri arasındaki ilişki, karşılıklı güvensizlik üzerine kuruldu. Bu güvensizlik, 2011 sonrasında iki tarafın da kendini hızla eski konumlarına çekmesinin en önemli nedenidir. Bu iç dinamikler, bu sefer ilave dış dinamiklerle konsolide oldukça kanlı hesaplaşmalar defterinin bir diğer sayfası açılacaktı.
2011–2024: Tarihsel Fay Hattının Açığa Çıkışı
Arap Ayaklanmaları sürecinde ortaya çıkan 2011 protestoları başlangıçta geniş tabanlıydı; ekonomik kriz, yolsuzluk ve devletin sert güvenlik pratikleri zaten geniş kesimlerin öteden beri tepkisini çekmekteydi. Ancak süreç silahlı çatışmaya dönüştükçe eski fay hatları hızla yeniden belirginleşti. Başkaldırı bir İslamcı muhalefet ayaklanması değildi, ama süreç haftadan haftaya sertleştikçe bu görüntüyü almaya başladı. Muhalefetin ağırlığının yine Sünni şehirli çevreler ve İslamcı gruplar üzerinde kalması, rejimin azınlık toplulukları nezdinde meşruiyetini korumasını kolaylaştırdı.
Alevîler, Dürzîler, Hristiyanlar ve Kürtlerin önemli bir kısmının rejime açıkça destek vermesi ya da tarafsızlığı seçmesi, yalnızca radikal grupların yükselişiyle açıklanamaz. Bu kesimler için asıl mesele, eski korkuların depreşmesi ve Suriye’nin yeniden güçlü bir Sünni Arap hegemonyasına dönme ihtimaliydi. Yani mesele “İslamcı korkusu” değil, iki yüzyıllık merkezîleşme döngüsünde daha önce yaşanan dışlanma tecrübesinin tekrar etmesi ve yarım asrı geçen dışlama tecrübesinin misillemesiyle karşılaşma ihtimaliydi.
Bu nedenle 2011 sonrası Suriye’de savaşın aktörleri yalnızca rejim ve muhalefet değildi, aynı zamanda doğrudan doğruya tarihsel hafızaydı. Suriye halkının toplumsal hafızasında 1982’deki sürecin hem iktidar hem muhalefet cephesinde hızlı bir şekilde canlanması, bu sorunlu geçmişin siyasal söyleme doğrudan yansımış hâlidir.
8 Aralık 2024: Baas Rejiminin Çöküşü ve Yeni Dönem
14 yıllık iç savaşın ardından, 8 Aralık 2024’te Baas rejiminin düşmesi, Suriye siyasal tarihinin en önemli eşiklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu çöküş yalnızca Soğuk Savaş’tan kalma bir otoriter rejimin devrilmesinden ibaret değil aslında, azınlıkların devlet içindeki kurumsal ağırlığının, Mandater dönemden beri süregelen birikiminin son bulması anlamına da geliyor. Ancak bunun azınlıklara yönelik toplu bir tasfiyeye ve intikam almaya dönüşmesi halinde, karşılıklı rövanşlar kitabında bir sayfadan ileriye gitmeyeceği de aşikâr.
Suriye’nin Körfez ülkeleriyle hızla normalleşmesi ve Körfez’deki monarşilerin öncülüğünü yaptığı Arap dünyasına “dönüş” söyleminin güçlenmesi, bu çöküşün ardından yeni bir merkezîleşme hamlesinin işaretlerini veriyor. Ancak bu hamlenin, azınlık topluluklarda derin bir tarihsel tedirginlik yarattığı da açıktır. Aleviler, Dürziler, Kürtler ve diğer gruplar için siyasal sistemin yeniden şekillenmesi, yalnızca güç paylaşımı değil, doğrudan doğruya varoluşsal güvenlik meselesine dönüşmüş durumda. Daha doğrusu azınlık psikolojisi bu süreci bu çerçevede algılıyor ve gerekli güvenlik garantileri sağlanmazsa bu ayrışma, dış dinamiklerin de zorlamasıyla birlikte, daha da derinleşme potansiyeli taşıyor.
Sonuç Yerine: Uzun Süreklilikleri Görmeden Suriye’nin Bugünü Anlaşılamaz
Suriye’de bugün yaşanan dönüşümün doğru anlaşılabilmesi için, 2011’e ya da Baas dönemine bakmak kesinlikle yeterli değil. Suriye tarihindeki temel gerilim aslında büyük oranda, iki yüzyıldır devam eden şu soruya dayanıyor:
Devlet, şehirli Sünni çoğunluğun geleneksel merkezî iktidarı üzerine mi kurulacak, yoksa periferideki gruplar ve azınlıkların da dâhil olduğu çoğulcu bir güvenlik mimarisi inşa edilebilecek mi?
1830’lardan beri verilen mücadele, her dönemde farklı adlarla sahneye çıktı ve farklı ayrışmaların ardına gizlendi: Şehir–kır, çoğunluk–azınlık, merkez–çevre, Baas–İhvan, 1982–2011 ve nihayet 2024… Fakat özünde hepsi aynı siyasal toplum sorunsalının farklı yüzleri aslında.
Suriye’nin bugün girdiği yeni dönem, bu tarihî sorunun yeniden tanımlanacağı bir evre olacak. Ülke Körfez’in rehberliğinde, Arap dünyasına geri dönerken, asıl önemli olan bu dönüşün nasıl bir toplumsal sözleşmeyle yapılacağı. Eğer merkezî Sünni elit hegemonyasına dönüş hissi güçlenirse, Suriye bir başka uzun istikrarsızlık döneminin daha eşiğinde demektir. Eğer daha kapsayıcı bir model ortaya çıkabilirse, belki de iki yüzyıllık döngü ilk kez kırılabilir. Herhâlükârda, Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan yalnızca bugünün aktörleri veya dış dinamikler değil, geçmişi tarihin çatışmalı dönemlerine dayanan uzun toplumsal hafızadır.

