Samî ırkından gelen iki akraba topluluk ve iki semavi dinin temsilcisi olarak Yahudilerle Müslüman Araplar arasında, bilhassa 20. yüzyılda somutlaşan düşmanlığın kökenleri ve boyutlarına dair pek çok tez söz konusu. Bunların bir kısmı teolojik zeminden beslenirken, bir kısmı jeopolitik olgular ve realist güç dinamiklerine odaklanıyor, başka bazı tezler ise kültürel ayrım noktalarına veya özcü parametrelere atıf yapıyor. Muhtemelen bu argümanların hepsi de hakikatin farklı boyutlarına işaret ediyor ve resmin bir kısmını açıklıyor.
Gil Anidjar’ın “Düşmanın Tarihi & Yahudi, Arap” başlıklı çalışması ise bu husumet olgusunun daha farklı bir boyutuna eğiliyor: “Batı” bağlamında bu düşmanlığın kökenlerini ele alıyor, bilhassa Avrupa’yı merkeze koyunca Yahudi ve Arap imgesinin nasıl “düşman” algısına dönüştüğünü ve komşuluk, akrabalık, ötekilik kavramları üzerinden Batı’daki düşmanlık paradigmasının şekillenmesini mercek altına yatırıyor.
Batı, kendisini düşman üzerinden tanımlar
Kendisi de kozmopolit bir arkaplandan gelen Gil Anidjar, Columbia Üniversitesi’nde Dinler, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Yahudi Düşüncesi profesörü; bu çalışması da salt siyaset bilimi veya tarih metni değil, sosyolojiyi de içine alan bir “düşmanlık felsefesi” çalışması olarak tanımlamak belki daha doğru olur Düşmanın Tarihi’ni. Kitabın temel tezi ise şöyle özetlenebilir:
Batı düşüncesi ve siyaseti, öteden beri geleneksel olarak kendi kimliğini felsefi düzlemde “düşman” kavramı üzerinden kurar. Bu düşmanlık ilişkisi sadece politik değil, aynı zamanda teolojik ve epistemik bir ilişki olup, Hıristiyanlığın Orta Çağ’dan itibaren tanımladığı “öteki” algısı, iki figür etrafında şekillenir: Yahudi ve Arap/Müslüman. Yahudi, Hristiyan Batı için “iç düşman”dır; bu yönüyle iki bin yıl önce paylaşılan ortak teolojik bir mirasın parçasıdır, ama aynı zamanda reddedilmiş bir aynadır. Müslüman/Arap ise dış düşmandır; tarih boyunca karşı karşıya gelinen ve daha ziyade fethedilmesi, dönüştürülmesi ya da bastırılması gereken bir varlıktır.
Anidjar’a göre Batı, bu iki figür üzerinden kendi “insanlık” tanımını inşa eder. Yani kendi“insan” kategorisi, kendisi dışında bir “düşman-insan”ın varlığını gerektirir. Bu nedenle Batı’nın tarihi, aynı zamanda biraz da mecburi istikamet gibi, düşman üretiminin de tarihidir.Kitabın başlığı da bunu ironik biçimde yansıtıyor zaten: Yahudi ve Arap. Batı’nın “düşman tarihi”nin iki yüzüdür Yahudi ve Arap; kimi zaman yer değiştirir, kimi zaman iç içe girer, kimi zaman da birleşirler. Zihinlerde birleşir, algılarda iç içe girer, zaman zaman da yok edilmesi gereken konjonktürel düşman ihtiyacını farklı dönemlerde karşılar iki topluluk da.
Anidjar, kitapta aslında ilginç bir Batı/Avrupa-merkezli süreklilik olgusunu farklı dönemlerden örneklerle işliyor: Antisemitizm ile İslamofobi arasındaki süreklilik. Bunu yaparken kimi zaman Carl Schmitt’e başvurup, politik olanın kaynağının teolojik olduğundan bahisle, Kitab-ı Mukaddes’ten atıflarla epistemik arkaplan tasvirine girişiyor; kimi zaman Renan’ın 19. yüzyıldaki düşünsel mirasının bilimsel din maskesi altında teolojik bir dışlamayı beslediğini savunuyor. Hristiyan teolojisinde “düşmanlık” kavramının inşası, Semitikkavramların icadının ardından Avrupa düşüncesinde Yahudi-Arap ayrımının tecessümü ve düşmanlığın ontolojik boyutu, Batı düşüncesinde Müslümanlık ve Yahudilik’e ilişkin algıların tesis edilmesi gibi belli başlı meseleler Augustinus, Hobbes, Tertullianus, Schmitt, Arendt, Freud, Nietzsche, Heidegger, Edward Said, Jacques Derrida gibi Batı düşüncesini şekillendirmiş kaydadeğer düşünürlere atıfla, antik çağlardan modern döneme getiriliyor.
Auschwitz ve Batı’daki “Muselmann” Figürü
Bu değerli tarihsel, düşünsel ve felsefi arkaplanın ardından Anidjar, beşinci bölümde ilginç bir iç içe geçmişliğe veya algısal dönüşüme işaret ediyor ki kitapta daha ziyade ilgimi çeken ve bu yazıyı yazmaya beni yönlendiren şey de tam olarak bu: Nazilerin toplama kampı Auschwitz’de Müslümanların ne işi var?
Beşinci bölümde bu soruya gelene kadar Anidjar, Hegel ve Freud üzerinden iki taşıyıcı kolona işaret ediyor. Hegel’in İslam’ı “tarihsiz” ve “despotik” bir uygarlık olarak konumlandırarak Müslüman’ı Batı tarihinin dışına itmesini işliyor önce. İkinci olarak da Freud düşüncesinde, Yahudi kimliğini kurarken “Mısırlı–Müslüman” kökenin bastırılması, böylece Müslüman figürünün Yahudi kimliğinin bilinçdışında bırakılması, bunun kasıtlı olarak kurgulanması. Hegel ve Freud’un bu iki taşıyıcı fikrî kolonunu zikrettikten sonra, asıl soruyu orta yere koyuyor Anidjar: Yahudi’nin “Muselmann”a dönüşmesiyle Müslüman figürünün Batı tarihinde korkunç bir biçimde yeniden belirmesi, daha doğrusu “ötekileştirilmiş düşman” kavramının iç içe geçerek adeta hortlaması.
Anidjar şimdiye kadar ilk kez rastladığım bir kavramdan bahsediyor bu bölümde: Nazilerin 1940’ların başında İkinci Dünya Savaşı sırasındaki toplama kamplarında “Muselmann” terimi, ölüm sınırında, bedenen ve ruhen çökmüş mahkûmu tanımlamak için kullanılmış. Tanıkların anlatımlarında ve tasvirlerinde “Muselmann”, artık insanlıktan çıkmış, yaşamla ölüm arasındaki bir ara varlıktır. Neden acaba? Birinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda Avrupa’da Osmanlı’ya yönelik “hasta adam” terminolojisiyle ilgisi var mı bunun?
Anidjar, bu sözcüğün kökenine şöyle dikkat çekiyor: Muselmann, yani “Müslüman”, Arapça müslim (teslim olmuş) kelimesinden gelir. Nazi kampında, direnci tükenmiş Yahudi mahkûmun bu adla anılması, Batı’nın bilinçdışındaki düşman imgesini açığa çıkarır: “Teslim olmuş Müslüman” figürü, insansızlaştırmanın veya insanlıktan çıkartılmış “öteki”nintanımlayıcı kavramı haline gelmiştir. Anidjar oldukça rahatsız edici –ama artniyetli değil- bir analojiyle, Arap çobanın Yahudi askerlerce esir alınıp tutuklanırkenki çaresizliği ve zavallılığını nazara veriyor bir yandan da.
Bu noktada Yahudi, Batı’nın en uç şiddet biçiminde –Auschwitz’de– “Müslüman”adönüşüyor. Yani Batı’nın iki tarihsel düşmanı (Yahudi ve Müslüman) kampın şiddet ve intikam dili içinde birleşiyor: Yahudi artık “Müslüman” olarak ölmektedir. Anidjar’a göre bu dönüşüm tesadüf değil. Avrupa’nın tarih boyunca Yahudi’ye uyguladığı dışlama, nihayet Auschwitz’de Müslüman figürü aracılığıyla tamamlanmıştır. Bu da gösterir ki, Batı’nın “düşmanlık zinciri” süreklidir: Yahudi ile Müslüman, aynı teolojik-politik matrisin ürünüdür.Dehşet verici bir süreklilik ve düşmanlık algısı bu.
Auschwitz’den Gazze’ye ne değişti?
Bu bölümü okurken, Auschwitz’te bir deri bir kemik kalmış Yahudi’nin çaresizliğiyle –metinde atıf yapılan İsrailli yazar S. Yizhar’ın Ha-shavui öyküsünde tasvir edilen- tam donanımlı askerlerin işgalci vahşiliği karşısında korkudan sinmiş ve iki büklüm olmuş korku içindeki Arap çoban imgesi, aradan geçen onyılları atlayarak zihnimde iç içe geçiyor. Şiddet ve düşmanlık olgusu değişmiyor, ama birinde mağdur olan –bizzat kendisi veya çocuğu veya torunu- ikinci sahnede doğrudan zalime dönüşmüş durumda. Bu nefret ve intikam halet-i ruhiyesinin çaresini bulamamak, insanlığın belki de en büyük açmazlarından biri.
Anidjar’ın Düşmanın Tarihi’nde izini sürdüğü düşmanlık biçimleri, sadece Avrupa’nın geçmişine ait değil maalesef, holokostun ardından Avrupa’dan yüzbinler halinde Filistin’e göç edip burada benzer şekilde yeni Auschwitz’ler kuranlara da özgü değil. Hemen her toplumun tarihsel hafızasında buna benzer iç içe geçmiş iç ve dış düşman imgeleri halen canlı; kimisi fırsatını bulup bunu pogromlara ve holokostlara dönüştürüyor, kimisi de Hobbes’çu anlamda içindeki kötülüğü “öteki ve düşman” üzerinden tatmin edecek soykırım ve toplumsal linç fırsatlarını gözlemekle meşgul.
Ancak önümüzde somut bir gerçeklik duruyor şu an: İsrail hapishanelerinde ve İsrail’in hapishaneye çevirdiği Gazze ve Batı Şeria’da Auschwitz’deki Muselmann figürü kanlı canlı her gün yeniden üretiliyor. 2025 Ekim ayı itibariyle İsrail hapishanelerinde 10 bine yakın Filistinli esir, insanlık dışı şartlarda tutuluyor. Üstelik İsrail kabinesindeki bir faşist bakanın kameralar önündeki cezaevi baskınlarında, aleni aşağılaması ve tribün lideri gibi idam çığlıkları eşliğinde, “Arap düşmana” uyguladıkları bu Nazi kalıntısı uygulamaları teşhir etmekte hiçbir beis de görmüyorlar.
Anidjar’ın “düşman tarihi” kavramsallaştırması işte tam da burada somutlaşıyor zihnimde: Modern İsrail devleti, “Müslüman” figürünü, kendi güvenlik ve kimlik inşasının merkezî bir düşman kategorisine dönüştürmüş durumda artık. Ve bunda İsrail kamuyounda oldukça büyük bir konsensüs oluşmuş durumda. Tıpkı Orta Çağ Avrupası’nın Yahudi’ye, modern Avrupa’nın “Arap”a atfettiği işlev gibi, bugün İsrail siyasal düzeni de Filistinli Müslüman bedeni üzerinde kendi “varlık koşulunu” yeniden üretiyor. Kontrol noktalarında, gözaltı merkezlerinde, hapishanelerde, yardım kuyruklarında, üst arama sıralarında, Gazze’de, Kudüs’te, Şeria’da, köyde, kentte, kasabada, camide, mescitte, evde, bahçede… her gün yeniden ve yeniden…
Anidjar’ın okumasında Auschwitz’deki “Muselmann”ın durumu –bedenin teslimiyeti, neredeyse ölüm sınırındaki zavallıca yaşam- burada kişisel olmaktan çıkmış ve kolektif bir hâl almış durumda artık. Gazze halkı, tam da 1940’ların soykırımcı kamplarında “yaşamaya bırakılmış ölüler” olarak konumlandırılıyor karşımızda şu an. Bunu geçmişte Naziler türlü politik ithamlarla meşrulaştırıyordu, bugün de İsrail kendince politik ithamlarla bu uygulamaları meşrulaştırdığını zannediyor. Bu durum, sadece biyo–politik bir strateji değil, teolojik-politik bir dilden doğuyor: “Müslüman düşman” kavramı, İsrail’in varlık güvenliği söyleminin ontolojik temeline dönüşmüş durumda.
Bu nedenle Gazze yalnızca küçük bir yerleşim birimi değil artık, Batı’nın (ve İsrail’in) kendi kimliğini yeniden üretme mekânı şu an –tıpkı Auschwitz’in Batı düşüncesinin sınır noktası ve zihinsel yeniden üretim mekânı olması gibi. Anidjar’ın “Batı, düşmanını asla öldürmez; çünkü düşman, onun varlık sebebidir” cümlesiyle özetlenebilecek argümanı, Gazze’de de şu şekilde yeniden üretiliyor bugünlerde: “İsrail, düşmanını asla (bütünüyle) öldürmez; çünkü düşman, onun varlık sebebidir.”

