Çin, Doğu Türkistan Meselesi ve Uygurlar I – İşin Doğrusu Ne?

Türkiye’nin resmî dış politik gündeminde değilse de kamuoyunun kendi gündeminde son on yıldır en tepede olan dış meselelerin başında Çin’deki Uygur Türkleri’nin durumu ve Doğu Türkistan meselesi geliyor. Çin, her ne kadar bu bölgeyi Şincan olarak adlandırsa ve yüzyıllardır kullanılan “Doğu Türkistan” söylemini “terör propagandası” gibi manasız bir etiketle yaftalasa da, benim gibi milliyetçi/Türkçü gelenekten gelen ve Türk Dünyası’nın geçmişi ve bugününe ilgi duyanlar ve bizzat Uygurların kendileri için de Türklerin yaşadığı bu bölgenin adı “Doğu Türkistan”dır.

Geçtiğimiz Eylül ayında Çin’in resmî davetiyle Doğu Türkistan bölgesinin merkezi Şincan’ı ziyaret eden bazı gazetecilerin açıklamalarını sosyal medyada okudukça bu mesele yeniden gündemime girdi. Gazetecilerin gündelik hayata dair gözlemleri ve yerel şartları Türkiye’yle kıyaslayan öykünmelerinin dışında, temel tezleri şöyle özetlenebilir: “Çin’in Uygurlara da başka topluluklara da herhangi bir siyasi veya dini baskı uygulamadığı, çalışma kampları ve rehabilitasyon merkezleri gibi hususların ajitasyondan ibaret olduğu, ABD ve Batılıların Çin’in yükselen rakipsiz gücünü kırmak için olmayan şeyleri mübalağa ederek provokasyon yaptıkları, eleştirilebilecek şeyler olmakla birlikte Çin’deki genel durumun çok iyi olduğu, örneğin Urumçi’de her şeyin yolunda olduğu” vs.

Buna karşılık, daha ziyade milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerde ise Doğu Türkistan’la ilgili büyük bir endişe, asimilasyon tehlikesi karşısında yükselen hassasiyetler, totaliter bir rejimin demografik üstünlüğü ve polisiye baskısı nedeniyle “yeni bir Gazze mi?” soruları ön planda. Çin’den bir şekilde ayrılabilmiş/kaçabilmiş Uygurların anlattıkları ve Batı/ABD basınında yer verilen somut hususlar da bu endişeleri besliyor. Bu noktada Çin yanlısı isimlerin argümanları ve müdafaaları karşısında, milliyetçi/muhafazakâr kesimlerle bu Pekin yanlısı taraflar arasında “Çinci vs Amerikancı” suçlamaları ve tartışmaları söz konusu. Bu durumda hakikatin nerede olduğunu anlamak için biraz daha serinkanlı ve sahaya bakan, eleştirel ve sorgulayıcı perspektiflere ihtiyacımız var. Peki hakikat nedir ve kim doğruyu söylüyor?

Doğu Türkistan’ın geçmişine ve bugünün bakmak: Burası hep Çin toprağı mıydı?

Bu tür coğrafyalara bakarken, tarihsel ve sosyolojik arka planla bakmayı genel olarak beceremiyoruz. Örneğin Gazze’nin bugününe bakınca, sanki o bölge asırlardır İsrail tarafından yönetiliyor ve Filistinliler her dönemde bugünkü düşkün vaziyette yaşamış gibi davranılıyor. Benzer bir durum mesela, İspanya’daki Müslümanlar veya Mısır’daki Kıptîler için de geçerli; şu anki enstantaneyi zaman ve mekânlar üstü bir genel büyük resim zannediyoruz. Bunun bir kısmı düşünce tembelliğinden, bir kısmı doğrudan cehaletten, bir kısmı da ezberlerimiz ve maruz kaldığımız propagandist retoriğin gücünden kaynaklanıyor. Doğu Türkistan’ı da sanki asırlardır Çin’in doğal bir parçasıymış zannetmek ve ezelden beri zaten iç içe ve dostane yaşamış Han soylu Çinlilerle Uygurların arasını ABD bozmak istiyormuş, Batılılar olmasa zaten yüzyıllardır kardeşçe yaşıyorlarmış gibi bir algı söz konusu.

Çin’deki hanedanların ana kıtaya hâkim olduğu ve Doğu Türkistan gibi Çin’den ziyade Orta Asya’nın bir parçası olan bu bölgeye etkisinin sınırlı kaldığı genel tarihsel döngü, Türklerin IX. asırdan itibaren kitleler halinde İslam’a geçmesiyle daha da ayrışmaya başladı. Karahanlılar ve ardından Moğollar ve bakiyesi hanedanlar –bilhassa Çağatay Hanlığı- devrinde açılan makas, Timur sonrasında bölgede oluşan güç boşluğunda atomize olan mahalli küçük hanedanlar devrinde Türk ve Müslümanlar aleyhine bir denge üretmeye başladı. Çin’in Doğu Türkistan’ı tümüyle işgal ve ilhakı, bölgeye Sincan (Çince “yeni sınır, yeni topraklar”) isminin verilmesi ise, Kasım 1884 gibi geç bir tarihte gerçekleşti. Bu dönem Rus Çarlığının Orta Asya ve Kafkasya’yı tümüyle ilhak ettiği dönemle örtüşür ki Türkistan coğrafyasının kuzeyden Rusların, doğudan Çinlilerin hâkimiyetine girmesi itibariyle dikkat çekici bir evredir. Bu yıllarda ve bilahare İkinci Dünya Savaşı sonrasında Moskova-Pekin arasındaki çıkar örtüşmesi, sadece Türkistan’ın değil Moğolistan, Kore gibi coğrafyaların da kaderini belirleyecekti.

1870’lerde Osmanlı sarayıyla yakın ilişki içindeki Kaşgarya Emirliği, 1930’ların ilk yarısındaki Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti, 1940’lardaki Şarkî Türkistan Cumhuriyeti gibi müstakil ve bağımsız deneyimlerin yanında; Muhammed Yakub Bey, Sâbit Dâmolla, Mehmet Emin Buğra, Alihan Töre Sagunî, Osman Batur gibi siyasi ve askeri isimlerin varlığı, Doğu Türkistan’da Çin işgalinden sonra bile Türkçü ve dindar bir damarın güçlü kaldığını ve işgale direndiğini gösterir.

Çin’in Doğu Türkistan’daki siyasetinin değişen/dönüşen boyutları

Pekin yönetiminin 1949 Devrimi’nden sonra Doğu Türkistan’a karşı siyasetinde üç ayrı dönem öne çıkıyor. İlk dönem baskı ve kültürel dini/milli öz-değerlerden uzaklaşma dönemi de diyebileceğimiz ve bilhassa Kültür Devrimi (1966-76) zamanıydı ki dinden ve milli unsurlardan arındırma politikası, Çin’deki diğer tüm unsurlar gibi Uygurlar için de geçerliydi. Ancak bu dönemin ardından gelen Deng Xiaoping’in 1976-89 arasındaki yönetimi zamanında, yakın geçmişteki bu baskıların telafi edildiği, dini ve milli canlanmanın sınırlı da olsa yaşandığı konusunda Uygurlar hemen hemen uzlaşıyor. Çok sayıda yeni caminin inşa edilip, milli sembollerin daha sık kullanılabildiği bu dönem, Çin’in geneli için de bir rahatlık ve nispi özgürlük dönemidir. Aynı yıllarda Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nde başlattığı Glasnost ve Perestroyka süreciyle, Çin’deki Xiaoping açılımlarının benzer bir reform ruhu taşıdığını da bu vesileyle vurgulamakta fayda var.

Ancak 1989 baharındaki Tiananmen Olayları ve akabindeki sert polisiye tedbirlerle gelen katliam, Xiaoping dönemi uygulamalarının da sınırını gösterdi ki aradan geçen 35 yılın gösterdiği gibi Çin yönetimi bir daha kapıları hiç o kadar açmayacaktı. Ancak Xiaoping’in başlattığı dalga o kadar güçlüydü ki takip eden yıllarda, hatta 1990’lar boyunca da bu nispi özgürlükler etkisini göstermeye devam etti.

Ancak hem Tiananmen’in Çin devlet kadrolarında yarattığı varoluşsal tehdit hem de Sovyetlerin Afganistan’dan çekildikten sonra çözülme trendine girmesi, Pekin’de dizginlerin elde tutulmasının zorunlu olduğuna dair alarm zillerini çakmaktaydı. ABD’nin hızlı yükselişi ve yeni Rusya’yı 1990’larda adeta yedeğine alması, ardından 11 Eylül sürecinde Orta Asya’ya yerleşmesi ve uluslararası düzende rakipsiz hale gelmesi, hem Moskova hem de Pekin’de yeni dönem hazırlıklarını hızlandırdı. 1980’lerdeki Gorbaçov- Xiaoping ikilisinin birbirine benzer durumuna paralel şekilde, 2000’lerden itibaren Rusya’da Putin, Çin’de ise Hu Jintao ve ardından Xi Jinping’in iktidarı ele alıp daha merkezî bir disiplinle bu devasa ülkeleri idare etmeleri ve hem içeride otoriter hem dışarıda küresel güç merkezleri olmaya yönelmeleri de keza dikkat çekici.

Sadece Doğu Türkistan için değil, başta Tibet olmak üzere Çin’i oluşturan diğer bölge ve topluluklar için de bu dönemler arasında farklılık arz eden dengeler birinci derecede belirleyici rol oynayacaktı. Söz konusu dönemlerde değişen ve dönüşen küresel ve bölgesel tehdit algılamaları Çin devletinin içerideki otoriter uygulamalarını ve dizginleri sıkma siyasetini de doğrudan şekillendirdi.

Uygurlar son 10 yıldır neden küresel bir gündem maddesi haline geldi?

Uygurlar meselesi benim kişisel gündemime, henüz ortaokul öğrencisi olduğum 1990’larda Doğu Türkistanlı siyasetçi ve kültür adamı İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye’deki faaliyetleri ve başta Alparslan Türkeş olmak üzere, milliyetçi çevrelerle yakın ilişkileri nedeniyle girmişti. Yani yaklaşık otuz senedir takip ettiğim bir gündem maddesi benim için. Ancak son on yılda bu konu daha sorunlu ve öncelikli bir gündem maddesi haline gelmeye başladı.

Doğu Türkistan ve Uygurlar meselesinin, bu küresel ve bölgesel parametrelerin yanında, kendi iç dinamiklerinden ve Pekin’le ilişkilerinin doğasından kaynaklanan dinamikleri de söz konusu; ancak bu süreçte özellikle birkaç husus belirleyici oldu ve olmayı sürdürüyor:

Bu süreçte ilk dönüm noktası 11 Eylül Olayları ve sonrasındaki “terörle mücadele” süreci. ABD’nin el-Kaide kaynaklı eylemleri terörist faaliyetler olarak nitelendirmesi, ardından 2001’de Afganistan’ı ve 2003’te Irak’ı işgal etmesi, bu dönemde “küresel terörle mücadele” zemini oluşturmak için diğer ülkelere de kendi ayrılıkçı örgütlerini “terör” olarak vasıflandırabilmeleri için uygun bir zemin sundu. ABD’nin terör listesini kabullenmek için başta Rusya ve Çin olmak üzere, aynı kampta yer almadıkları ülkeler de kendi “terör” tanımlarını ve listelerini ortaya koydu. Rusya milliyetçi/ayrılıkçı Çeçenleri, içlerinde azınlık durumdaki İslamcı isimleri ön plana çıkararak tümünü birden “terörist” ilan ederken, Çin de benzer bir şeyi Uygurlar içindeki oldukça küçük bir azınlık silahlı grubu öne çıkartarak geniş Uygur kitleler için yaptı.

Rusya ve Çin bağlantılı bu silahlı yapıların, Irak’ın işgali ve sonrasında Irak ve Suriye’de yaşanan iç savaş sürecinde birbiriyle etkileşimi ve sahada birlikte hareket etmeleri, söz konusu terör suçlamalarını daha da somutlaştırdı. Bilhassa Çin’de “aşırılık ve radikalizmle mücadele” sloganı altında, Uygurların yüzyıllardır sürdürdükleri gelenekler, namaz ve sakal/başörtüsü gibi dini pratikler dahi mücadele edilmesi gereken aşırılıklar olarak kodlandı. Özbekistan, Tacikistan gibi post-Sovyet coğrafyadaki komşu ülkelerde de benzer adımların atıldığı –bir kısmı halen sürüyor- bu dönem, Çin’deki Uygur azınlık üzerinde baskıyı arttıran temel dinamiği oluşturdu.

İkinci bir dinamik, Doğu Türkistan’da uzun zamandır süren etnik grilim ve halklar arasındaki sorunlardı. Çin yönetimi her ne kadar halkların barış ve kardeşlik içinde yaşadığı tezini işlese de bunun polisiye tedbirlerle bastırılan zoraki bir dinamik mi olduğu yoksa gerçekten halkların birbirini çok sıkı benimsediği tezinin hakikat mi olduğu sorusunu cevaplamak çok kolay değil. İki tarafın da kendi açısından ortaya sürdüğü argümanları var ve hakikatin bir kısmını yansıtıyor, ancak otoriter ve bilhassa totaliter rejimlerde “rıza”nın nasıl elde edildiği bu tür toplumları inceleyenler için büyük bir sır değil. Nitekim Sincan bölgesine on yıllardır süren Han soylu Çinli çoğunluğun göçü bilhassa Urumçi, Kaşgar, Turfan, Hoten gibi büyük şehirlerde daha önce Uygurlar lehine olan demografik dengeyi önemli ölçüde zorlamaya başladı. Bunun yarattığı sosyolojik ve ekonomik sorunlar, 2009 yazında bir fabrikada başlayan olayların Urumçi sathına yayılmasını netice verdi ve resmî rakamlara göre 184 kişi ölürken, 1680 kişi yaralandı, 1434 kişi ise olayların sorumlusu olarak tutuklandı ki çok büyük çoğunluğu Uygurlardan oluşmaktaydı.

Üçüncü bir iç siyasi gelişme ise, 1 Mart 2014’te Çin’in güneyindeki Yunnan eyaletinin başkenti Kunming’de gerçekleştirilen bir katliamdı. IŞİD’in Irak ve Suriye’de geniş alanları kontrol ettiği ve küresel çapta teyakkuza yol açtığı bu dönemde, ellerinde bıçak ve satırlarla bir tren istasyonuna baskın düzenleyen on kişilik bir grup 31 kişiyi öldürmüş, 140’tan fazla kişi de yaralanmıştı. Çin’de büyük infial yaratan bu baskının sorumlularının “Sincanlı ayrılıkçılar” olduğu açıklandı. Esasen bilhassa Suriye’de Fergana ve Doğu Türkistan kökenli çok sayıda silahlı kişinin Selefî örgütler/kamplar içerisinde savaşması, Çin’i de diğer ülkeleri de çoktan alarma geçirmişti. Bu katliamdan sonra Uygurlar açısından zor günler başladı; Çin yönetimi bütün bir Uygur coğrafyasını “ehilleştirilmesi ve sürekli gözetim altında tutulması gereken radikaller” olarak kodladı ve güvenlik siyasetini de buna göre şekillendirdi.

Nitekim Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2014’teki Sincan bölge ziyaretinde resmî konuşmasında “dini aşırılığın Sincan’daki etnik ayrılıkçılığın en teme sebebi” olduğunun altını çizmesi bu yeni dönemin ipuçlarını da veriyordu. Bu dönemde Çin’in ilan ettiği “Teröre Karşı Sert Darbe Kampanyası” sonraki yılları doğrudan şekillendirecek ve rehabilitasyon merkezleri, eğitim kampları, endoktrinasyon, zorla kaybedilmeler, gözaltı ve tutuklamalar sürecini, kendi halinde yaşayan geniş kitlelere de yayacaktı.

Çin açısından bölgenin önemi

Çin’in Doğu Türkistan (Sincan) siyasetinin küresel ve bölgesel bağlamla etkileşim halinde bu derece ön plana çıkmasında bazı somut saiklerin –özetle de olsa- altını çizmekte ayrıca fayda var:

  • Evvela, Çin’in jeopolitik ve güvenlik motivasyonu bölgeyi Pekin açısından daha öncelikli hale getiriyor. Uygurların “Türkistan” bilinciyle ilişkilendirilmesi ayrılıkçı bir potansiyel taşıyor, coğrafi olarak Çin’in iç bölgelerinden ziyade Orta Asya ile sınır bölgesinde yer alması da bu endişeleri besliyor. Bölgenin Orta Asya’ya açılan kapı gibi görülmesi, enerji hatlarının güvenliğinin yan ısıra, bölgesel güvenlik ve terör/aşırılık etkileşimleri açısından da Çin’de hassasiyet yaratıyor.
  • Ekonomik ve stratejik kaygılar da Çin’in siyaseti açısından önemli; Çin’in en zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan bölgesi Doğu Türkistan. Çin’in tüm petrol rezervlerinin % 30’u, doğalgaz rezervlerinin % 34’ü ve kömür rezervlerinin % 40’ının burada bulunması bölgeyi vazgeçilmez kılıyor. Keza Çin’in küresel çapta büyük önem verdiği ve toplam maliyeti 8 trilyon Dolar olarak hesaplanan “Kuşak ve Yol Girişimi” (BRI) açısından bu bölge batıya açılan en önemli kavşak noktası, dolayısıyla tam olarak kontrol altında tutulup ekonomik sisteme entegre edilmesi gerekiyor. Demografik mühendislik ve Han soylu Çinlilerin bölgeye yerleştirilmesi de bu kontrol siyasetinin başka bir boyutu.
  • Çin yönetiminin ideolojik yönelimleri, ulusal birlik söylemi ve asimilasyon politikaları da Doğu Türkistan bölgesinin geleceği açısından kritik öneme sahip. Çin’in otoriter laik sistemiyle uyumsuz görülen İslam –bilhassa “ümmet bilinci” ve sınır ötesi boyutları itibariyle- kontrol altında tutulması gereken bir dinamik. Ayrılıkçılığa bunların zemin hazırladığı söylemleri ve “yeniden eğitim kampları” da bu dinî dinamiğin kırılması amacına hizmet etmek üzere tasarlanıyor kuşkusuz. Kültürel hafızayı silmeye yönelik hamleler (camilerin, kabristan ve tarihsel merkezlerin yok edilmesi veya işlevsizleştirilmesi vb.) de bu eksende değerlendirilmesi gereken unsurlar.

***

Daha genel hususlara yer verdiğim bu yazının devamında, gelecek hafta, son dönemde Türkçeye kazandırılan bazı telif ve tercüme kitaplar üzerinden, Doğu Türkistan’daki güncel durumu biraz daha yakından ve eleştirel bir gözle ele almaya devam edeceğim.

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

ABD-İsrail’in Gazze Ültimatomu: Filistin’in Geleceğinde Ne Var?

ABD Başkanı Trump, Gazze’deki katliamın gölgesinde son günlerde iki kritik görüşme yaptı. İlkinde, 23 Eylül’de BM Genel Kurulu...

BM’nin yolculuğu: İmparatorluktan Barış İdealine ve Nihayet Hükümsüz Kalmaya

ABD Başkanı Donald Trump, 23 Eylül 2025 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, o alışıldık tavırları...

Birinci Dünya Savaşı’nı Almanlar mı Başlattı? Durkheim’ın Penceresinden Bir...

Modern dönem tarihinin ilk küresel savaşı olarak nitelendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak içinde bulunduğumuz Ortadoğu...

“Onbaşının Karısı” ya da İran’a İngiliz Gözlüğüyle Bakmak

Gerald Seymour (1941), Soğuk Savaş döneminde, 1960’larda gazetecilikle başlayan kariyerinde, zaman içinde önemli bir polisiye gerilim ve casusluk...

“Lozan Hezimet Mi Zafer Mi?” Tartışmalarına Alternatif Bir Bakış

Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat...

Filistin Meselesi’nin En Kritik Dönemi: 1948’de Kudüs’te Ne Oldu?

İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü...

Hakikat arayışçısı bir Iraklı-Yahudi entelektüel: Avi Shlaim ve Üç...

Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel...

Enver Paşa’nın Moskova Günleri: ABD’li Bir Gazetecinin Tanıklığı

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri...

Sultan Galiyev: 1917 Bolşevik Devrimi’nin Türk İkonu

1917 Bolşevik Devrimi, şüphesiz tarihin en büyük devrimleri arasında; hatta 1789 Fransız Devrimi’nin ardından en fazla sınır aşan...

“Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları”: Göz önünde ama görünmez dervişler

Tasavvuf, günümüzde çoğunlukla yanlış anlaşılan ve hemen herkesin kendi meşrebine göre kimi zaman hayranlıkla kim zaman kuşkuyla andığı,...

Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric...

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...