Orta Doğu’da Filistin-İsrail çatışması, yüzyılı aşkın süredir uluslararası siyasetin en karmaşık ve en kanlı krizlerinden biri olmuştur. Bu çatışmanın merkezinde, hem coğrafi hem stratejik hem de insani boyutlarıyla Gazze Şeridi yer almaktadır. Gazze, tarihsel süreç içinde hem Filistin davasının simgesi hem de modern savaşların en dramatik sahnelerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
Filistin-İsrail çatışmasının kökenleri 20. yüzyılın başlarına, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve İngiliz Mandası dönemine kadar uzanır. 1917 yılında ilan edilen Balfour Deklarasyonu, Filistin topraklarında Yahudi devletinin kurulmasını öngörmüş ve bu durum, kadim Filistin halkı ile Yahudi göçmenler arasında uzun süreli bir gerilim sürecini başlatmıştır.
1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte başlayan Arap-İsrail savaşları, bölgedeki demografik ve siyasi dengeleri kökten değiştirmiştir. Filistin topraklarının önemli bir kısmı İsrail tarafından ilhak edilmiş, yüzbinlerce Filistinli mülteci konumuna düşürülmüştür. Bu tarihten itibaren Gazze Şeridi, hem stratejik hem de sembolik olarak Filistin direnişinin merkezi haline gelmiştir.
Geçmişte yapılan bir takım savaşlardan sonra İsrail, Gazze’nin kontrolünü neredeyse tamamen ele geçirmiş, bölge uzun bir süre askeri işgal altında kalmıştır. 2005’te İsrail’in tek taraflı çekilmesine rağmen abluka ve askeri operasyonlar devam etmiş, özellikle Hamas’ın (İslami Direniş Hareketi) iktidara gelmesiyle birlikte Gazze, “intifada” refleksi sonrası bir şiddet ve kriz bölgesi haline gelmiştir.
Bu uzun tarihsel süreçte, Filistin meselesine dair barış girişimleri (Camp David, Oslo Süreci, Arap Barış Planı vb.) çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarısızlıklar, hem taraflar arasında güven kaybına yol açmış hem de uluslararası aktörlerin sürece müdahale biçimlerini tartışmalı hale getirmiştir. 7 Ekim 2023 tarihi, Filistin-İsrail meselesinde yeni bir dönüm noktası olmuştur. O tarihten bugüne kadar Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail saldırılarında 70 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, 168 bini aşkın sivil yaralanmıştır. Enkaz altında halen binlerce insanın olduğu ifade edilmektedir.
Beyaz Saray’dan “Gazze Çatışmasını Sonlandıracak Kapsamlı Plan”
İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı kapsamlı ve yıkıcı askeri harekat ve bunun neticesindeki soykırım, yüzbinlerce insanın hayatını değiştirmiş, on binlerce insanın ölümüne, yüz binlercesinin yaralanmasına ve milyonlarcasının evsiz kalmasına neden olmuştur. Uluslararası toplumun dikkatini yeniden Filistin meselesine çeken bu kriz, aynı zamanda siyasi çözüm arayışlarını da hızlandırmıştır. Bu bağlamda ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Beyaz Saray’da20 maddeden oluşan “Gazze Çatışmasını Sonlandıracak Kapsamlı Plan” adlı önerisibir anda gündem oldu.
Trump’ın planı, klasik barış süreçlerinden ayrılarak sadece çatışmanın sona erdirilmesini değil, Gazze’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik yapısının köklü biçimde yeniden inşasını hedeflemektedir. Bu yönüyle plan, Orta Doğu’da uluslararası müdahaleye dayalı yeni bir siyasi proje ile tanımlanabilir. Planın 20 maddesi, Gazze’yi askerden arındırma, siyasi olarak yeniden yapılandırma, insani yardım ve ekonomik kalkınma üzerinden ele almakta, aynı zamanda Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı üzerinde ciddi değişiklikler ve olumsuzluklar öngörmektedir.
İsrailli üst düzey yetkililer insanlığa karşı işledikleri saçlardan dolayı hesap vermeden barış inandırıcı olmayacak
İsrail’in bu saldırıları, uluslararası kuruluşlar ve gözlemciler tarafından bir “soykırım” olarak tanımlanmakta, özellikle Netanyahu hükümetinin politikaları uluslararası kamuoyunda giderek daha fazla eleştirilmektedir. Bu nedenle herhangi bir barış planının gerçek anlamda sulh sağlayabilmesi, öncelikle bu suçların tanınmasına ve sorumluların yargılanmasına bağlıdır. Nürnberg benzeri bir mahkeme kurulmadan, İsrail’in üst düzey yetkililerinin insanlığa karşı işledikleri suçlardan dolayı hesap vermeden bir barış süreci inandırıcı olmayacaktır.
Trump yönetiminin İsrail ile birlikte kamuoyuna açıkladığı 20 maddelik Gazze Planı, tarihsel belleğimiz açısından da oldukça çarpıcıdır. Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması ile Gazze için öngörülen düzenlemeler arasında dikkat çekici paralellikler bulunmaktadır. Sevr’de Osmanlı ordusu dağıtılmış, silahları elinden alınmış, coğrafi egemenliği yabancı güçlerin vesayetine bırakılmıştı. Bugün Gazze için öngörülen ise silahsızlanma -ki Hamas bu yönde adım atabileceğinin sinyallerini vermişken ABD ve İsrail yönetimleri asla tatmin olmamıştır- radikal unsurlardan arındırılma, “Barış Kurulu” adı verilen dış aktörlerin gözetimine bırakılma ve Filistin halkının kendi iradesinden mahrum bırakılmasıdır. Bu nedenle, planın “Filistin’in Sevr’i” olarak adlandırılması, yalnızca politik bir benzetme değil, aynı zamanda tarihsel bir gerçekliğin de somut bir ifadesidir.
Burada kritik soru şudur: Bir ulusun ordusu/kuvvetleri dağıtılmış, silahları elinden alınmış, yönetimi yabancıların gözetimine verilmişse, bu düzenlemenin adı gerçekten “barış” mıdır, yoksa “vesayet” midir? Benim kanaatim, bu planın barıştan çok bir teslimiyet projesi olduğudur…
Gazze, Trump’ın yöneteceği “Barış Kurulu” tarafından yönetilecek
Planın en dikkat çekici maddelerinden biri, Gazze’nin geçici süreyle “Barış Kurulu” tarafından yönetilmesidir. Bu kurulun başkanlığını Donald Trump’ın üstlenmesi, üyeler arasında Tony Blair gibi bölge halkları (Irak) nezdinde olumsuz figürlerin yer alması öngörülmektedir. Burada dikkat çeken husus, Filistin halkının geleceğinin yine bölge dışı aktörler tarafından şekillendirilmesidir. Akademik literatürde bu durum “dış vesayet rejimi” olarak tanımlanır. Kosova’dan Irak’a kadar pek çok örnekte, bu tür geçiş yönetimlerinin kalıcı barış yerine uzun süreli istikrarsızlık ve meşruiyet krizleri ürettiğini gördük.
Filistin’in yönetimini yerel unsurlardan ziyade uluslararası bir kurula devretmek, bölge halkının kendi kaderini tayin hakkını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Üstelik bu kurulun geçici olup olmayacağı da belirsizdir. Tarihsel tecrübeler göstermektedir ki “geçici” olarak kurulan birçok uluslararası mekanizma zamanla kalıcı hale gelmekte ve ulusal iradenin önüne geçmektedir.
Planın ilk maddeleri Gazze’nin “radikalleşmeden arındırılmış, terörden tamamen arınmış” bir bölgeye dönüştürülmesini öngörmektedir. Bu yaklaşım, yüzeyde güvenlik merkezli bir rasyonalite iddiası taşısa da, derinlemesine incelendiğinde ciddi çelişkiler barındırmaktadır. Çünkü bir bölgenin güvenliği, o bölge halkının kendi savunma kapasitesinin tamamen ortadan kaldırılmasıyla asla sağlanamaz. Aksine, bu durum sürekli dış tehditlere açık daha da kırılgan bir yapı oluşturur.
Uluslararası hukuk açısından da güvenlik hakkı, devletlerin ve toplumların en temel haklarından biridir. Gazze’nin silahsızlandırılması, İsrail’in güvenliği için mutlak bir öncelik olarak sunulurken, Gazze halkının güvenlik ihtiyacı ve kendi savunma hakkıtamamen göz ardı edilmekte, yok sayılmaktadır. Bu açık bir asimetri doğurmaktadır.
İsrail’in Katar’ın başkenti Doha’da Hamas’ın müzakere heyetinin bulunduğu binaya saldırması, bu planın bölgesel bağlamını anlamak açısından önemlidir. İsrail bugüne kadar Suriye, Lübnan, Yemen gibi “periferik” alanları hedef almıştı. Ancak Katar, uluslararası sistemin merkezinde yer alan, Batı ile güçlü ilişkileri olan ve küresel enerji piyasasında stratejik rol oynayan bir aktördür. Dolayısıyla Katar’a saldırı, Pandora’nın kutusunun açılması anlamına gelmektedir. Bu saldırı, Gazze meselesinin yalnızca bir Filistin-İsrail çatışması değil, doğrudan küresel düzenle ilgili bir kriz olduğunu da gösterdi.
Meselenin özü bir “Meşruiyet” verme durumu
Trump’ın planı açıklarken küstahça kullandığı “Hamas reddederse İsrail’e desteğimiz tam” ifadesi, planın özünü özetlemektedir. Bu yaklaşım, aslında Hamas’ı köşeye sıkıştırmak, reddetmesi halinde İsrail’in saldırılarını meşrulaştırmak için bir ön koşul işlevi görmektedir. Netanyahu hükümeti açısından da en büyük beklenti Hamas’ın planı reddetmesidir. Böylelikle İsrail, uluslararası toplum nezdinde “barışı reddeden taraf” olarak Hamas’ı gösterecek, kendi saldırılarını ise “zorunlu güvenlik tedbiri” olarak sunabilecektir. Aslında, meselenin özünde bir “meşruiyet verme durumu” söz konusudur. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur, Netanyahu kabinesi ideolojik olarak “Büyük İsrail” projesine odaklanmış, radikal unsurların etkisi altındadır. Dolayısıyla İsrail’in bu planı samimiyetle, ciddiyetle yani olması gerektiği ölçülerde uygulamaya niyetli olduğuna inanmak güçtür. Sormak lazım İsrail daha önce hangi plana, kurala ya da kanuna uydu?
Bugün milyonlarca insan dünyanın dört bir yanında İsrail’in saldırılarına karşı sokaklara çıkmaktadır. Bu toplumsal basınç, uluslararası siyasetin dinamiklerini değiştirmekte liderleri bir takım adımlar atmaya mecbur kılmaktadır. Geçmişte barış süreçleri genellikle devletler arası pazarlıklarla şekillenirken, bugün halkların sesinin göz ardı edilemeyeceği bir dönemden geçmekteyiz. Hiçbir siyasetçi bu kadar güçlü bir küresel vicdan hareketine kulaklarını tamamen tıkayamaz. Bu, planın en önemli farklarından biridir.
SONUÇ: BARIŞ MI, VESAYET Mİ?
Trump’ın Gazze Planı, ilk bakışta barışçıl bir vizyon sunuyor gibi görünse de, detaylı incelendiğinde Gazze halkının iradesini tamamen devre dışı bırakıp adeta ipotek koyarken, İsrail’in saldırılarını dolaylı yoldan meşrulaştıran ve bölgeyi uluslararası vesayet altına sokan bir girişim olarak öne çıkmaktadır. Gerçek barış, yalnızca çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda adaletin hakiki manada tesis edilmesi, mağdurların korunması ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıyla mümkündür. Gazze’nin geleceğine karar verecek olan Trump, Blair ya da Netanyahu değildir. Gazze’nin geleceğine karar verecek olan, bizzat Gazze halkının kendisidir.
Şu bir gerçektir ki, Filistin halkının kendi iradesini, kültürünü ve kimliğini koruyamadığı hiçbir çözüm, uzun vadede barış getirmeyecektir…
Planın açıklanması sonrası, Katar, Ürdün, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Endonezya, Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye bu meşum teklife dair desteklerini açıkladılar. Yani Hamas bu teklifi reddederse barışı reddeden taraf olarak hedef tahtasına oturtulacak. Bu da üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve tartışılması gereken bir başka husutur.
Son söz, 70.000 Gazzelinin katillerinin Nürnberg benzeri bir mahkemede yargılanmadan adaletten ve barıştan zinhar söz edilemez.