Yavru Vatandan Siyasi Özneye, ‘Anavatan’ın Gölgesinde Siyaset ve Seçim

Kıbrıs Adası, tarih boyunca Akdeniz’in doğusunda, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında stratejik bir konumda yer almıştır. Bu coğrafi özellik, Ada’yı yalnızca ticaret yolları açısından değil, aynı zamanda askeri, kültürel ve siyasal etki alanları açısından da çekim merkezi haline getirmiştir. Fenikelilerden Perslere, Bizans’tan Osmanlı’ya kadar birçok uygarlık Kıbrıs üzerinde hakimiyet kurmuş Ada, farklı medeniyetlerin geçiş hattı olmuştur. Modern dönemde ise Kıbrıs, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, sömürgecilik, ulus-devlet inşası ve kimlik politikaları arasındaki çatışmaların minyatür bir yansıması olarak şekillenmiştir. Ada, bir yandan İngiliz sömürge yönetiminin oluşturduğu çok katmanlı modernleşme sürecinin etkisi altına girerken, diğer yandan Yunanistan ve Türkiye’nin milliyetçi politikalarının adeta rekabet alanına dönüşmüştür.

Bugün, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 15 Kasım 1983 yılında ilan edilen “bağımsızlık” statüsüne rağmen, uluslararası hukukta tanınmayan, ekonomik, diplomatik ve güvenlik alanlarında büyük ölçüde Türkiye’ye bağımlı bir siyasal yapı/devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durum, egemenlik kavramının çağdaş yorumlarını tartışmaya açmakta, “tanınmamış devletler” literatürüne yeni bir örnek eklemektedir.

Kıbrıs, Osmanlı İmparatorluğu tarafından 4 Ağustos 1571 yılında fethedildiğinde, Ada demografik olarak büyük ölçüde Rum Ortodoks nüfustan oluşuyordu. Osmanlı yönetimi, klasik tımar sistemi ve millet düzeni çerçevesinde Ada halkına geniş bir özerklik tanıdı, bu durum uzun süreli toplumsal istikrar sağladı. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın zayıflaması ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını güvence altına alma isteği, Ada’nın statüsünü değiştirdi.

4 Haziran 1878 Berlin Kongresi’nin ardından İngiltere, Osmanlı ile yaptığı anlaşmayla adayı “idari olarak” devraldı. Bu devir, hukuken Osmanlı egemenliğini koruyor gibi görünse de fiilen İngiliz kolonizasyonunun başlangıcı oldu. 1914’te Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesi üzerine İngiltere adayı resmen ilhak etti. Bu süreçte, İngiliz yönetimi iki topluluk arasındaki farklılıkları derinleştiren bir politika izledi. Rum toplumu, Helen milliyetçiliği doğrultusunda “Enosis” (Yunanistan’la birleşme) fikrini güçlendirirken, Türk toplumu bu hedefe tepki olarak “Taksim” (Ada’nın bölünmesi) tezini savunmaya başladı. Bu ikili kimlik yapısı, ilerleyen yıllarda Kıbrıs’ın kaderini belirleyecek temel dinamik haline geldi. Uzun yıllar süren müzakereler sonucunda, 16 Ağustos 1960’ta Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Bu devlet, iki toplumlu ve iki dilli bir yapıya sahipti. Cumhurbaşkanlığı Rumlara, yardımcılığı Türklere veriliyor, meclis, kamu yönetimi ve ordu belirli oranlarda paylaşılmıştı. Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık ise “garantör devletler” statüsüne sahipti. Teoride iki toplumun eşit ortaklığına dayanan bu sistem, uygulamada kısa sürede tıkanmıştır. Cumhurbaşkanı 3. Makarios’un 1963’te önerdiği anayasa değişiklikleri, Türk tarafınca “hak gaspı” olarak değerlendirildi. Aynı yıl aralık ayında başlayan toplumlar arası çatışmalar, 1960 Cumhuriyeti’nin fiilen çökmesine yol açtı. Bu olaylar, Türk nüfusun Ada’nın farklı bölgelerinde “enklav” (siyasi coğrafyada, tamamen başka bir siyasi bölgenin sınırları dahilinde yer alan siyasi bölge) adı verilen kapalı alanlara çekilmesine neden oldu.

Bu dönem, Kıbrıs Türk toplumu için siyasal öznellik arayışının başlangıcı oldu. Bir yandan Rum yönetiminin baskısı altında güvenlik kaygıları artarken, diğer yandan Türkiye’nin koruyucu rolü ön plana çıktı. Bu süreç, Türkiye-Kıbrıs ilişkilerinin psikolojik temellerini de oluşturdu. Türkiye, “garantör devlet” kimliğinden “koruyucu devlet” rolüne geçiş yaptı.

1974, Kıbrıs tarihinin en kritik yılıdır. Yunanistan’daki askeri cunta, Kıbrıs’ta EOKA-B örgütü aracılığıyla darbe düzenledi, Makarios devrildi, Nikos Sampson yönetiminde “Enosis” ilan edilmek istendi. Türkiye, 20 Temmuz 1974’te Garanti Antlaşması’na dayanarak “Kıbrıs Barış Harekatı”nı başlattı. Harekatın sonucunda Ada’nın yaklaşık %37’si Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolüne geçti. Bu askeri başarı, bir yandan Kıbrıs Türklerini fiziki güvenceye kavuşturdu öte yandan Ada’nın kalıcı biçimde ikiye bölünmesine neden oldu. Güneyde Kıbrıs Cumhuriyeti, kuzeyde ise Türk yönetimi oluştu.

1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Bu yapı, uluslararası toplum tarafından tanınmadı ancak 1983’te ilan edilecek bağımsız KKTC’nin öncülü oldu. 1974 müdahalesi, Kıbrıs Türk toplumunun kimliksel bütünlüğünü sağlarken, aynı zamanda Türkiye’ye yapısal ve zorunlu bir bağımlılığın başlangıcını temsil etti. Ada’nın kuzeyi, ekonomik olarak dünyadan kopuk, diplomatik olarak yalnız bir konuma yerleşti.

15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı, uluslararası hukukta büyük yankı uyandırdı. BM Güvenlik Konseyi, 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarla bu ilanı “yasa dışı” saydı ve tüm devletleri KKTC’yi tanımamaya çağırdı. Türkiye, yeni devleti hemen tanıdı ancak başka hiçbir ülke bu adımı takip etmedi/edemedi. Bu izolasyon, Kıbrıs Türk ekonomisini ve dış politikasını Türkiye’ye bağımlı hale getirdi. KKTC, kendi gümrük sistemini, para birimini ve savunma politikasını Türkiye’ye entegre biçimde yürütmeye başladı. Türkiye’den gelen ekonomik yardımlar, bütçenin büyük bölümünü oluşturdu. Bu dönemde Ankara ile Lefkoşa arasındaki ilişki “yardımcı-hamî” ekseninde gelişti. Türkiye, Ada üzerindeki altyapı projeleriyle görünür bir destek sağladı ancak aynı zamanda yerel siyasal süreçler üzerinde artan bir nüfuz kurdu. Böylece bağımsızlık ilanı, paradoksal biçimde, tam anlamıyla bağımsız bir yönetim oluşturmak yerine “koruma altındaki bir devlet” modeli doğurdu.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1983’te bağımsızlığını ilan ettiğinde, anayasal çerçevesini büyük ölçüde 1975’te kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurumsal yapısından devraldı. Yeni devlet, parlamenter sistem esasına dayandırıldı yürütme, yasama ve yargı organları tanımlandı. Ancak bu kurumsal yapılanma, klasik anlamda egemen bir devletin işlevselliğine hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamadı. Bunun temel nedeni, KKTC’nin dış dünyada tanınmamasıydı. Tanınmama, sadece diplomatik izolasyon anlamına gelmiyor, aynı zamanda kurumsal kapasitenin gelişimini engelliyordu. Örneğin, uluslararası hukukta tanınmayan bir devletin kendi hava sahası, limanları veya finans sistemleri üzerinde egemenlik kurması teknik olarak mümkün değildir. Bu durum, kamu gelirlerinin büyük ölçüde Türkiye’den gelen yardımlara bağımlı hale gelmesine yol açtı. Devletin mali yapısındaki bu bağımlılık, zaman içinde siyasal özerkliği de zayıflattı. Ankara tarafından sağlanan bütçe destekleri, sadece ekonomik bir yardım değil, aynı zamanda yönetsel denetim aracı işlevi gördü. Bu bağlamda, KKTC’nin kamu yönetimi literatüründe “yarı-egemen” devlet kategorisine dahil edilmesi mümkün olabilir. Bir diğer kurumsal sorun, siyasal temsilin toplumsal tabanla zayıf bağ kurmasıdır. Partiler sistemi, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’deki siyasal dalgalanmalardan doğrudan etkilenmiş iktidar değişiklikleri çoğu zaman Türkiye’nin politik yönelimleriyle eşgüdümlü gerçekleşmiştir. Bu durum, yerel demokrasiye gölge düşürmüş, “bağımlı demokrasi” olarak tanımlanabilecek bir siyasal kültür doğurmuştur.

Türkiye ile KKTC arasındaki ilişki, tarihsel olarak “kardeşlik”, “ana-yavru vatan” gibi duygusal kavramlar üzerinden şekillenmiştir. Bu retorik, başlangıçta iki toplum arasındaki ortak etnik ve kültürel bağları güçlendirmiş, Kıbrıs Türklerinin güvenlik endişelerini hafifletmiştir. Ancak zamanla bu metaforlar, karşılıklı asimetriyi gizleyen ideolojik kalıplara dönüşmüştür. Türkiye, 1980’lerin sonlarından itibaren Kıbrıs’ı sadece güvenlik meselesi olarak değil, aynı zamanda iç siyasetinde “milli birlik” sembolü olarak konumlandırmaya başladı. KKTC ise bu süreçte Türkiye’nin ekonomik ve diplomatik desteğine daha fazla bağımlı hale geldi. Ankara, Lefkoşa’ya sağladığı mali yardımları “iktisadi iş birliği protokolleri” ile kurumsallaştırdı. Bu protokoller, bütçe desteğinin yanı sıra kamu yönetimi reformlarını, özelleştirmeleri ve kamu istihdam politikalarını da düzenliyordu. Dolayısıyla ekonomik yardım, teknik bir destek olmaktan çıkıp, yönetsel bir araca dönüştü. Türkiye, bu protokoller aracılığıyla KKTC’nin mali disiplini, bürokratik yapısı ve yatırım politikaları üzerinde belirleyici rol üstlendi. Bu durum, Kıbrıs Türk siyasetinde “ekonomik bağımlılığın, politik bağımlılığa dönüşmesi” tartışmasını sürekli gündeme getirdi.

Ancak bu ilişkiler bütünü sadece tek taraflı bir baskı olarak da yorumlanmamalıdır. KKTC’nin ekonomik olarak ayakta kalabilmesi, büyük oranda Türkiye’nin düzenli yardımlarına bağlıdır. Bu yardımların kesilmesi veya gecikmesi, kamu maaşlarının ödenememesine kadar varan krizler oluşturabilir. Dolayısıyla iki taraf arasındaki ilişki, karşılıklı zorunluluklar temelinde asimetrik bir denge üzerine kuruludur. Siyasal olarak bakıldığında, Türkiye-KKTC ilişkileri “hamilik” kavramı üzerinden tanımlansa da bu tutum mutlak değildir. Zaman zaman Kıbrıs’taki hükümetler, Ankara’nın reform taleplerine direnmiş, kendi yerel önceliklerini korumaya çalışmıştır. Bu bağlamda ilişkiyi, tam bir bağımlılık değil, “bağımlı özerklik” olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Kıbrıs Türk toplumu, 1980’lerden itibaren yalnızca siyasi değil, kültürel ve demografik açıdan da önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün en önemli unsuru, Türkiye’den Ada’ya gerçekleşen göç hareketleridir. 1974 sonrası dönemde Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen nüfus, Ada demografisini kalıcı biçimde değiştirmiştir. Bu durum, yerli Kıbrıslı Türklerle, Türkiye kökenli yeni yerleşimciler arasında kimlik temelli gerilimler doğurmuştur. Bir kesim açısından Türkiye’den gelen nüfus, “kültürel benzerlik” dolayısıyla toplumun bir parçası olarak görülmüş, diğer kesim açısından ise bu göç, “kimlik erozyonu” ve “demografik mühendislik” aracı olarak değerlendirilmiştir.

Bununla birlikte, Kıbrıs Türk toplumu genel anlamda yüksek eğitim düzeyine, güçlü bir sendikal geleneğe ve görece seküler bir yaşam tarzına sahiptir. Ada’da üniversiteleşme oranı oldukça yüksektir bu da toplumun kültürel sermayesini artırmıştır. Ancak ekonomik darboğaz, genç nüfusun yurt dışına göçünü teşvik etmiş, “beyin göçü” olgusunu gündeme getirmiştir. Bu durum, hem demografik dengeleri hem de siyasal temsil gücünü zayıflatmaktadır.

Kıbrıs Türk kimliği bugün iki farklı eğilim arasında sıkışmıştır;

  • Bir yanda, Türkiye ile ortak etnik-dini köklere dayalı bir “Türk kimliği” anlayışı,
  • Diğer yanda ise, Ada’ya özgül bir kültür, dil ve yaşam biçimi üzerinden tanımlanan “Kıbrıslı kimliği”.

Bu ikili yapı, siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine kadar birçok alanda farklı biçimlerde yansımaktadır. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ve Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP) gibi sol eğilimli partiler, “Kıbrıslılık” kimliğini öne çıkarırken, Ulusal Birlik Partisi (UBP) gibi merkez-sağ partiler, Türkiye ile bütünleşmeyi temel referans alır.

Ancak son yıllarda, özellikle genç kuşaklarda, kimlik tartışması etnik aidiyetin ötesine geçmiş, “yaşam kalitesi”, “özgürlük” ve “uluslararası aidiyet” kavramlarıyla yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu durum, AB değerleri ve modern yurttaşlık anlayışıyla daha uyumlu bir toplumsal yönelimin doğduğunu göstermektedir. Kıbrıs Türk ekonomisi, küçük ölçekli bir pazar yapısına sahiptir. Sanayi üretimi sınırlıdır, temel gelir kaynakları turizm, yükseköğretim ve kamu harcamalarıdır. Bu sektörlerin önemli bir kısmı doğrudan veya dolaylı biçimde Türkiye’den gelen finansal akışlara bağlıdır.

Kamu sektöründe çalışanların maaşları büyük ölçüde Türkiye’den sağlanan bütçe destekleriyle ödenir. Türkiye’den her yıl gönderilen “hibe ve krediler”, KKTC ekonomisinin adeta can damarıdır. Bu finansal yapı, bağımsız bir mali politika yürütülmesini -neredeyse- imkansız hale getirir. Para birimi olarak Türk lirasının kullanılması da ekonomik bağımsızlık açısından sınırlayıcı bir faktördür. Türkiye’de yaşanan enflasyon, doğrudan KKTC’ye yansır. 2025 itibarıyla Kuzey Kıbrıs’ta yıllık enflasyon oranı %39,20’dir, bu oran Türkiye’nin makroekonomik dengesizliklerinin Ada ekonomisine doğrudan aktarımını göstermektedir.

Bu çerçevede KKTC ekonomisi, akademik açıdan klasik bağımlılık teorisinin tipik bir örneği olarak değerlendirilebilir. Yani merkeze (Türkiye’ye) bağlı çevresel bir ekonomi yapısı mevcuttur. Ada, tüketim mallarını ithal etmekte, gelirini ise büyük oranda hizmet sektöründen sağlamaktadır. Katma değeri yüksek üretim yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte, Türkiye’nin sağladığı altyapı yatırımları -örneğin 2015’te tamamlanan Türkiye-KKTC Su Temin Projesi- Ada halkının yaşam koşullarını iyileştirmiştir. Bu projeler, teknik olarak Türkiye’nin bölgesel kalkınma desteği olarak sunulsa da, aynı zamanda iki ülke arasındaki stratejik bağı daha da derinleştirmiştir.

Sonuç olarak, ekonomik bağımlılık salt bir zayıflık göstergesi değildir, aynı zamanda yapısal bir gerçekliktir. KKTC’nin coğrafi ölçeği, nüfus büyüklüğü ve tanınmama koşulları dikkate alındığında, tam ekonomik özerklik yakın vadede mümkün görünmemektedir. Ancak bu durum, daha dengeli, şeffaf ve karşılıklı faydaya dayalı bir ekonomik ilişki biçiminin kurulmasını engellemez.

Kıbrıs Türk toplumunun kolektif belleğinde Türkiye’nin rolü hem kurtarıcı hem de yönlendirici bir figür olarak yer alır. 1974 müdahalesi, kuşaklar boyunca “güvenliğin teminatı” olarak anlatılagelmiştir. Ancak bu anlatı, özellikle genç kuşaklarda yerini daha eleştirel bir tutuma bırakmaktadır. Gençler arasında yapılan saha araştırmaları, Türkiye’nin Ada üzerindeki siyasal etkisini “gereğinden fazla” bulan bir eğilimin arttığını göstermektedir. Bu durum, Türkiye karşıtlığı değil “öz-yönetim” talebi olarak değerlendirilebilir. Kıbrıs Türk toplumunun giderek daha eğitimli, şehirleşmiş ve dijitalleşmiş bir yapıya bürünmesi, yerel özerklik bilincini güçlendirmiştir.

Siyasal olarak, “Anavatan-Yavru Vatan” metaforu artık yeterli açıklayıcılığa sahip değildir. Çünkü Kıbrıs halkı, 21. yüzyılın globalleşmiş dünyasında “vatandaşlık” ve “kimlik” kavramlarını yeniden tanımlamaktadır. Türkiye’nin geleneksel milliyetçi söylemi, bu modern kimlik arayışını tam olarak karşılayamamaktadır. Bu nedenle, iki toplum arasındaki ilişkilerin geleceği, yalnızca ekonomik ya da güvenlik temelli değil, aynı zamanda kültürel diplomasi, eşit ortaklık ve karşılıklı saygı temelleri üzerine yeniden inşa edilmelidir.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin siyasal tarihine bakıldığında, 2025 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimi yalnızca bir lider değişimi değil, aynı zamanda toplumsal yönelimlerin dönüşümünü sembolize eden bir dönüm noktası olarak öne çıkmaktadır. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, oyların %62,76’sını alarak rakibi Ersin Tatar karşısında ezici bir üstünlük sağlamıştır. Bu sonuç, yüzeysel olarak bir parti zaferi gibi görünse de, derinlemesine incelendiğinde Ada halkının siyasal tercihinde köklü bir paradigma değişikliğine işaret eder. Bu seçimde öne çıkan en önemli olgu, seçmenin ideolojik bağlılık yerine ekonomik ve yönetsel performansı öncelemesidir. Uzun yıllardır Türkiye ile yakın ilişkileri sürdürme politikası izleyen muhafazakar-milliyetçi çizgi, özellikle artan hayat pahalılığı ve gelir eşitsizliği nedeniyle ciddi şekilde yıpranmıştır. 2025 Eylül verilerine göre yıllık enflasyon %39,20’ye ulaşmış, kamu maaşlarının alım gücü dramatik biçimde düşmüştür. Bu tablo, “boş tencere” metaforuyla özetlenebilecek toplumsal rahatsızlığı beraberinde getirmiştir.

Erhürman’ın zaferi, aynı zamanda “bağımlı ama bilinçli” bir seçmen davranışını da göstermektedir. Halk, Türkiye’nin Ada üzerindeki stratejik rolünü reddetmemekte, ancak bu ilişkinin “hiyerarşik” değil “eşit ortaklık” temelinde yürütülmesini talep etmektedir. Kıbrıs Türk toplumu, artık Türkiye’nin politikalarını sorgulamadan kabul eden bir konumda değildir. Bu durum, Kıbrıs’ın siyasal olgunluğunun geldiği noktayı göstermesi bakımından son derece önemlidir.  Kıbrıs Türk siyasetinin yapısal özelliği, iki ana eksen arasında salınmasıdır. Birinci eksen, Türkiye ile tam uyum ve entegrasyonu savunan milliyetçi-muhafazakar çizgidir (UBP, YDP gibi partiler).
İkinci eksen ise, daha seküler, Avrupa normlarına yakın, iki toplumlu federal çözümden yana olan sosyal demokrat çizgidir (CTP, TDP gibi partiler). Bu iki uç arasında zaman zaman merkez sağ ve merkez sol partiler çıkış yapmışsa da, siyasal arenada kalıcı bir “üçüncü yol” oluşamamıştır. Bu nedenle her seçim, Türkiye’nin iç siyasal atmosferine koşut biçimde şekillenmiştir. 2025 seçimleri ise bu döngüde önemli bir kırılmayı temsil eder. Zira bu kez, ideolojik saflaşmadan ziyade ekonomik yönetim, liyakat ve özerklik talepleri belirleyici olmuştur.

Kıbrıs siyasetinde son yıllarda yükselen kavram “onurlu iş birliği”dir. Bu kavram, Türkiye ile ilişkilerde çatışma değil, karşılıklı saygı temelinde bir dengeyi ima eder. Dolayısıyla Erhürman’ın seçim sloganlarında öne çıkan “özgürlük, adalet, liyakat” temaları, salt iç politik bir iddia değil, aynı zamanda Türkiye-KKTC ilişkisinde yeni bir dilin doğduğunun göstergesidir. Kıbrıs Türk toplumu artık ne Türkiye’ye karşı bir bağımsızlık romantizmine kapılmakta, ne de kayıtsız şartsız bir bağlılık söylemini benimsemektedir. Aksine, “bağımlı özerklik” anlayışıyla, Türkiye’nin varlığını kabul eden ama kendi iç yönetim kapasitesini güçlendirmek isteyen bir çizgi giderek kökleşmektedir. Bu yaklaşım, siyasal bilincin olgunlaşmasının ve devletleşme sürecinin normalleşmesinin en somut işaretidir.

2025 seçim sonuçları, Türkiye açısından da bir “uyarı sinyali” niteliği taşımaktadır. Ankara, bugüne kadar Kıbrıs üzerindeki nüfuzunu askeri, ekonomik ve ideolojik araçlarla sürdürmüştür. Ancak bu araçlar, artık halk nezdinde meşruiyet üretme kapasitesini kısmen yitirmiştir. Çünkü Kıbrıs Türk toplumu, modern iletişim kanalları ve dijital etkileşimler sayesinde, dünyanın geri kalanındaki refah düzeylerini doğrudan gözlemlemektedir. Türkiye’nin Kıbrıs politikasında uzun süredir egemen olan yaklaşım, “güvenlikçi hamilik” olarak tanımlanabilir. Yani Ada’daki statükonun korunması, ulusal güvenlik çıkarlarının önüne konmuştur. Fakat bu strateji, 21. yüzyılın bölgesel ve küresel gerçekleriyle artık tam olarak örtüşmemektedir. Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliği, Doğu Akdeniz’deki enerji denklemi, İsrail, Mısır ve Yunanistan ile geliştirilen enerji koridorları, Türkiye’nin yalnızca askeri değil, diplomatik ve ekonomik düzlemde de yeni stratejiler geliştirmesini zorunlu kılmaktadır.

Bu bağlamda, Kıbrıs Türk toplumunun iç talepleri, Türkiye’nin dış politikasındaki dönüşüm ihtiyacıyla örtüşmektedir. Eğer Ankara, Kıbrıs’taki varlığını uzun vadeli meşruiyetle sürdürmek istiyorsa, bu artık yalnızca güvenlik veya milliyetçi söylemle mümkün değildir. Bunun yerine, ekonomik şeffaflığı ve demokratik iş birliğini esas alan bir modelin benimsenmesi gerekmektedir. Erhürman’ın seçilmesi, Türkiye için bir meydan okuma değil, aksine, Kıbrıs Türk toplumunun rasyonel taleplerine kulak verme çağrısıdır. Bu çağrı, “karşıtlık” değil “uyumlu reform” talebidir.

SONUÇ

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bugünkü durumu, siyaset biliminin klasik kavramlarını yeniden tartışmaya açmaktadır. Egemenlik, bağımsızlık, tanınma ve ulusal kimlik gibi kavramlar, KKTC örneğinde iç içe geçmiş ve birbirine bağımlı hale gelmiştir. Kıbrıs Türk halkı, elli yılı aşkın süredir hem güvenlik hem de meşruiyet arayışı içindedir. Türkiye’nin askeri, ekonomik ve diplomatik desteği olmasa KKTC’nin varlığını sürdürmesi güçtür ancak bu desteğin biçimi, yerel özerklik kapasitesini daralttığında, sürdürülebilir bir siyasal düzen de kurulamamaktadır. Dolayısıyla KKTC’nin geleceği, iki zıt uçtan birine savrulmadan, dengeli bir yeniden yapılanma vizyonu geliştirmesine bağlıdır.

Bir başka husus ise, Kıbrıs’ta artık “ulusal kimlik” değil, “yurttaşlık kimliği” tartışması öne çıkmaktadır. Bu dönüşüm, klasik milliyetçi paradigmanın zeminini daraltmakta, daha post-milliyetçi bir toplum yapısına işaret etmektedir. Türkiye’nin Kıbrıs politikasını güncellerken bu dönüşümü doğru okumaması, uzun vadede kültürel kopuş riskini beraberinde getirebilir. Kıbrıslı Türklerin bugün en çok talep ettiği şey, dışlanmışlık hissinin sona ermesidir. Bu da ne sadece Türkiye’nin desteğiyle ne de tek başına AB’nin ilgisiyle mümkündür. Gereken, uluslararası sisteme kendi kimliğiyle, kendi iradesiyle katılabilen bir siyasal özne olmaktır. Eğer KKTC, hukuk devleti ve şeffaf yönetişim modelinde ilerleme kaydedebilirse, uluslararası sistemde “de facto saygınlık” kazanabilir. Bu saygınlık, tanınmadan daha kalıcı bir etki dahi oluşturabilir.

Sonuç olarak, Kıbrıs’ın hikayesi hala yazılmaktadır. Bu hikaye, ne Ankara’nın kaleminde ne de Brüksel’in masasındadır, bu hikaye, Lefkoşa’nın sokaklarında, Girne’nin limanında, Mağusa’nın üniversitelerinde yazılmaktadır.

Ramazan Selçuk
Ramazan Selçuk
Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli vakıf ve derneklerin gençlik yapılanmalarında aktif görev aldı. Finlandiya ve Romanya’da Avrupa Birliği destekli projelerde gönüllü olarak çalıştı. 2020-2023 yılları arasında siyasi faaliyetlerde bulundu. Uluslararası ilişkiler, diplomasi ve iletişim stratejilerine ilgi duyan Selçuk, evlidir. Halihazırda dış politika danışmanlığı yapmaktadır.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Trump’ın Gazze Planı Bir Sevr Dayatması Mı?

Orta Doğu’da Filistin-İsrail çatışması, yüzyılı aşkın süredir uluslararası siyasetin en karmaşık ve en kanlı krizlerinden biri olmuştur. Bu...

Güney Kafkasya’da ABD’nin Yükselişi, Rusya’nın Zayıflaması ve Türkiye’nin Rolü

Güney Kafkasya, tarih boyunca farklı imparatorlukların ve küresel güçlerin çıkar çatışmalarının kesişim noktası olmuş, coğrafi konumu itibarıyla Avrupa...

2025 Kaliforniya Krizi Bağlamında Amerikan Federalizminin Sınavı

Amerika Birleşik Devletleri, federal bir sistem üzerine inşa edilmiş olup, eyaletlerin belirli ölçüde özerkliğe sahip olduğu bir yönetişim...

Şapel ve Duman: Papalık Seçiminin Kültürel Okuması

Katolik Kilisesi, sadece dünyanın en yaygın dini inanç sistemlerinden biri değil; aynı zamanda kültürel, siyasi ve tarihsel bakımdan...

Sempozyumun Bir Dinleyici Gözünden Değerlendirilmesi

“Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım.” -Oscar Wilde “Ayrışmadan Uzlaşmaya: Demokrasiyi Yaşatmak ve Güçlendirmek” Sempozyumu’nun Bir Dinleyici Gözünden Değerlendirilmesi...