Beş asır önceki diplomatik denge oyunu, bugün hâlâ aynı soruyu sorduruyor: Egemenlik mi, ittifak mı?
Türkiye’nin ABD’den F-35 ve F-16 alımı için, İngiltere’den de Eurofighter Typhoon savaş uçakları alımı için yürüttüğü müzakereler, yalnızca bir savunma teknolojisi meselesi değil, aynı zamanda jeopolitik bir yön tayini olarak da değerlendiriliyor.
Batı ittifaklarıyla savunma iş birliğini sürdürürken, aynı zamanda yerli üretimi ve stratejik özerkliği korumaya çalışan Ankara, tıpkı geçmişteki büyük devletler gibi denge siyaseti izliyor.
Bu denge çabası, aslında Türk tarihinin derin damarlarında var. Beş yüzyıl önce, Kanuni Sultan Süleyman da Avrupa’daki dev güç dengeleri arasında benzer bir satranç oynuyordu.
O günün konusu savaş uçağı değil, Avrupa ticareti ve diplomatik ittifaklardı ama amaç aynıydı. Hem askerî üstünlüğü sürdürmek hem de egemenliği kaybetmeden Batı ile iş birliği kurmak.
Ne var ki, 1536’da Fransa Kralı I. François’ya verilen kapitülasyon imtiyazları, kısa vadede bir diplomatik zafer gibi görünse de, uzun vadede Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini tayin edecek bir ekonomik ve hukukî bağımlılık zincirine dönüşecekti.
Bugün Türkiye’nin Eurofighter pazarlığıyla yeniden “ittifak ve bağımsızlık” dengesini tarttığı bir dönemde, tarih bize aynı soruyu yeniden hatırlatıyor:
Bir ittifak ne zaman güç kazandırır, ne zaman egemenliği aşındırır ?
***
Diplomasi Satranç Tahtasında Bir Hamle;
1530’ların Avrupa’sında Osmanlı İmparatorluğu, batıda Habsburg Hanedanı, doğuda Safevîler ile iki cepheli bir güç mücadelesi yürütüyordu.
Habsburglar’ın başında, dönemin “Avrupa İmparatoru” sayılan V. Karl (Şarlken) vardı.
Bu devasa imparatorluk, Fransa’yı adeta kuşatma altına almıştı. İşte bu noktada Fransa Kralı I. François, Osmanlı’dan destek istedi. Kanuni, bu diplomatik çağrıyı akıllıca bir stratejiye çevirdi. 1536’da Fransa ile bir anlaşma imzalandı ve Fransız tüccarlara Osmanlı topraklarında ticari ve hukukî imtiyazlar tanındı.
Bu imtiyazlar, o dönem için bir “ticaret kolaylığı”ndan fazlasıydı; Osmanlı’nın Avrupa’daki siyasi dengede Habsburg üstünlüğünü kırmasını sağlayan bir diplomatik hamleydi.
Kanuni, bu anlaşmayı “karşılıklı haklar” değil, padişahın lütfu olarak görüyordu. Yani dilediğinde geri alınabilecek bir imtiyaz. Ve gerçekten de kısa vadede işe yaradı. Fransa Osmanlı’nın sessiz müttefiki haline geldi.
1543’te Barbaros Hayreddin Paşa Toulon limanına demirlediğinde, Akdeniz’in iki ucundaki donanmalar birlikte hareket ediyordu. Osmanlı, Avrupa satrancında üstünlüğü eline geçirmişti.
***
Ticaretin Altın Çağı ve Görünmeyen Bedel;
Kapitülasyonlar sonrası Osmanlı limanlarında ticari hareketlilik arttı. İstanbul, İzmir, Halep ve İskenderiye pazarları Fransız, Venedikli, İngiliz ve Cenevizli tüccarlarla doldu. Hazinenin gümrük gelirleri yükseldi, Akdeniz ticareti Osmanlı hâkimiyetinde yeniden canlandı. Ancak bu parlak dönemin gölgesinde, fark edilmeyen bir dönüşüm yaşanıyordu.
Yabancı tüccarlar vergi avantajına sahipti, Osmanlı tebaasıyla eşit koşullarda rekabet etmiyordu. Üstelik yabancılar kendi konsolos mahkemelerinde yargılanıyor, Osmanlı hukukunun dışına çıkıyorlardı. Yani devletin topraklarında “küçük Avrupa adacıkları” oluşmuştu. Bu durum, yerli üreticiyi ve tüccarı zayıflattı. Loncalar çözülmeye başladı; yerli sanayi doğmadan ezildi. Kapitülasyonlar, ticari kazançtan çok ekonomik bağımlılık tohumları ekmişti.
Kanuni’nin “geçici lütfu” olarak verdiği bu haklar, zamanla Avrupa devletlerince uluslararası hukukî statüye dönüştürüldü. Artık Osmanlı’nın tek taraflı olarak iptal etmesi mümkün değildi. Fransa’nın ardından İngiltere, Hollanda, Avusturya ve Rusya da benzer ayrıcalıklar elde etti.
Sonuçta, Osmanlı’nın iç hukuk alanı yabancı nüfuz bölgeleriyle doldu. İmparatorluğun egemenlik yetkileri adım adım eridi. Ekonomik olarak da tablo ağırlaştı: Osmanlı pazarları yabancı malların istilasına uğradı. Yerli sanayi, vergi adaletsizliği yüzünden rekabet edemedi; ithalat patladı, dış borç kaçınılmaz hale geldi.
***
1838: Serbest Ticaretin Ağır Bedeli;
1838’de imzalanan Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması, kapitülasyonların ruhunu genişletti ve Osmanlı ekonomisini tamamen dış ticarete açtı. İngiliz tüccarlar, yerli üreticiden daha düşük gümrük oranlarıyla çalışabiliyor, ithalatın önündeki engeller neredeyse tamamen kalkıyordu. Bu durum, Osmanlı’yı İngiliz sanayisinin açık pazarı haline getirdi. Anadolu’dan ham pamuk gidiyor, işlenmiş kumaş olarak dönüyordu. Yerli tezgâhlar sustu, ithal mallar pazarları doldurdu. Bu ekonomik yapı, sanayileşme potansiyelini boğdu. Kapitülasyonlar, artık sadece diplomatik bir imtiyaz değil, ekonomik sömürünün kurumsal altyapısı olmuştu.
Egemenliğin Çözülüşü;
Kapitülasyonların ikinci yıkıcı etkisi hukuk alanında ortaya çıktı. Konsolosluk mahkemeleri, Osmanlı yargısının yerini aldı. Yabancılar Osmanlı kanunlarına değil, kendi devletlerinin hukukuna tabiydi. Bu durum, devletin hukukî egemenliğini delik deşik etti. Ardından mali egemenlik kaybı geldi. Kapitülasyonlarla daralan gelirler, dış borçlarla telafi edilmeye çalışıldı.
1854’ten itibaren hızla artan borçlar, 1881’de Düyûn-ı Umûmiye’ye dönüştü. Artık Osmanlı’nın tuz, tütün, ipek gibi gelirleri Avrupalı alacaklıların kontrolündeydi. Bir zamanlar diplomatik üstünlük getiren o imtiyaz, üç yüzyıl sonra devletin ekonomik bağımsızlığını fiilen sona erdiren zincire dönüştü.
***
Lozan: Altı Asırlık Hesabın Kapanışı;
Kapitülasyonların Osmanlı’ya yaşattığı tahribat, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının hafızasında derin izler bırakmıştı. Bu nedenle Lozan Konferansı’nda en ısrarlı olunan konulardan biri kapitülasyonların tamamen kaldırılmasıydı. Avrupalı delegeler bu sistemi “medeniyetin gereği” olarak savunurken, Türk heyeti bunu “bağımsızlığın son halkası” olarak gördü. Sonunda Türkiye kazandı: Kapitülasyonlar tüm biçimleriyle kaldırıldı. Böylece 1536’da Kanuni’nin imzasıyla başlayan ayrıcalık dönemi, 1923’te Lozan’da kapandı. Cumhuriyet, yalnızca yeni bir devlet değil, altı asırlık bir bağımlılık zincirinden kurtuluşun belgesi oldu.
Sonuç: Zaferin Gölgesinde Yenilgi;
Kapitülasyonlar, Kanuni’nin döneminde kısa vadede diplomatik bir başarıydı; Fransa ittifakı Osmanlı’ya Avrupa’da üstünlük kazandırmıştı. Fakat imparatorluklar uzun ömürlüdür; kısa vadeli zaferler, bazen yüzyıllar sürecek zayıflıkların tohumunu taşır. Kapitülasyonlar, Osmanlı’yı askerî olarak değil ama ekonomik ve hukukî olarak bağımlı hale getirdi. Ve sonunda, imparatorluğun güçlü kalelerini değil, egemenlik duygusunu içten içe aşındırdı.
Bugün Türkiye’nin Eurofighter müzakereleri, bir bakıma tarihsel bir denge arayışının devamıdır. Kendi güvenliğini sağlamak için ittifaklar kurarken, egemenliğini koruma kararlılığı da aynı ölçüde önemlidir. Beş yüzyıl önce Kanuni’nin yaptığı gibi, bugün de sorulması gereken soru aynı:
İttifak, bizi güçlendiriyor mu, yoksa yavaşça bağımlı mı kılıyor?
Tarih bu soruya defalarca yanıt verdi. Ve her seferinde, egemenliğini koruyanlar ayakta kaldı. Bağımlılığı imtiyaz sananlar ise, bir zamanlar zirvede oldukları sahneden yavaşça çekildi.

