Modern toplumlarda kimlikler meselesi, bilhassa günümüzdeki gibi çatışmalı uluslararası dönemlerde ve “duvar”ların yükseldiği şartlarda daha dikkat çekici bir hal alıyor. Bölünen kimlikler, çatışan kimlikler, örtüşen kimlikler, düşman kimlikler ve husumetler, kimlik algılarının parçalanışı, kimliklere yabancılaşma, kimliksizleşme, kimlikler üzerinden kendini tanıma veya tanımlama, kimliği nedeniyle baskı ve ayrımcılığa maruz kalma, kimliğinden utanma veya bununla övünme, kültürel geçişler ve geçiş kimlikleri… Bu bahiste çok sayıda psikolojik, sosyolojik ve sosyo-politik başlık ve birbiriyle çelişen argüman çıkıyor karşımıza.
Kendisi de bu kimlik sorunlarına erken yaşlardan itibaren maruz kalmış ilgi çekici bir entelektüel olan Amin Maalouf’un, 1998’de yayımlanan denemesi Ölümcül Kimlikler (LesIdentités meurtrières) bu yakıcı sorulara yanıtlar arayan bir çalışma. Aslında hem Maalouf’unkendi kimlik deneyimlerini hem de bunlardan hareketle dünyaya ve içinde yaşadığı toplum(lar)a kimlik perspektifinden nasıl baktığını –veya bakılması gerektiğini- görmek, belki bundan kişisel bir yol gösterici olarak da faydalanmak için başvurduğum bir deneme bu.
İlk kez on sene önce okuduğum Ölümcül Kimlikler’i bugünlerde yeniden elime alıp inceleme fırsatı buldum; şüphesiz ben on sene önceki ben değilim, kimlik algılarımızda kırılmalar yaratan süreçler yaşadık/yaşıyoruz, bu yüzden kitap da on sene önce okuduğum kitap değil benim için. Muhtemelen bir on sene sonra yeniden okuduğumda daha farklı açılımlar yaratacak bende. Dolayısıyla bu yazı vesilesiyle, hem bu kimlik meselelerine yakından bakmak hem de Maalouf’un herkesçe bilinen Zweigvâri “dünya insanı” olma vasfından hareketle, modern toplumlarda birlikte yaşama deneyimleri üzerine birkaç kelam etme niyetindeyim.
Aidiyetler, kökler, kökenler…
27 yaşında memleketi Lübnan’ı terk edip Fransa’ya yerleşmiş olan Maalouf, hemen tüm göçmenlerin veya yaşadığı ülkeyi değiştirmek zorunda kalan sığınmacıların, sürgünlerin, yerinden edilmişlerin o acıtıcı sorusuyla başlıyor kitaba: “Ben yarı Fransız, yarı Lübnanlı değilim. Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne de üçte birlerden…” Ve çoğumuzun hayatın içinde bir şekilde karşılaştığı, aidiyetler konusunda alışılmadık bir fikir belirtince muhatabımızdan gelen o rahatsız edici, alt metin okumacı sorgulamaya isyanla karşı çıkmaya devam ediyor: “Şu an böyle konuşmakta haklısınız ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?” (s. 9) Art niyetli muhatabın buradaki mesajı açık aslında bir nevi “Böyle diyorsun ama mecbur hissettiğin için hep bu söylemlerin, samimi değilsin, çünkü sen ne oraya ne buraya aitsin!”
Maalouf’un kişisel hikâyesi yeterince acıtıcı, şimdiye kadar o etkileyici tarihsel romanlarının gölgesinde kalmış olsa ve ikinci plana itmek istese de Ölümcül Kimlikler kitabında tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor bu kozmopolit kişisel geçmişini. Yaklaşık 20 büyük dinî/mezhepsel cemaatin bir arada yaşadığı Lübnan’da, eski Bizans ayin düzenlerine bağlı kalan Katolik-Rum ya da Melki olarak bilinen bir cemaatin içinde doğar Maalouf, ancak baba tarafının aidiyetleri nedeniyle Protestan cemaat arasında kayıtlıdır kimliği. Cizvit papazlarının Fransız okulunda okuduğu için, kültür dili olarak Fransızcayla tanışması da erken yaştadır, bu yol onu ileride Paris’e taşıyacaktır. Büyükannesi Türk’tür, onun kocasıysa Mısır Mârunîcemaatinden; büyük dayılarından biri Moliere’i Arapçaya ilk çeviren ve bir Osmanlı tiyatrosunda sahneye koyan bir entelektüel.
Mensubu olduğu Rum-Katolik cemaati, silahlı çatışmalarda nadiren silaha başvuran birazınlık grup olup, üyeleri sıklıkla sürgüne ilk giden kafileleri de oluşturur. Bu da aslında Ortadoğu’da silahı elinden bırakan yapı/cemaatlerin politik iddialarından da vazgeçmek durumunda kalacağı tespitini doğrular niteliktedir. Maalouf kişisel olarak da iç savaşa katılmayı reddeder, 1970’lerin yıkıcı iç savaşında eşi ve küçük yaştaki oğluyla birlikte evin bodrumuna sığınıp orada geçirdikleri iki bombardıman gününün ardından ülkesini terk etmeye karar verir. Ama savaşın siviller ve mensubiyetler üzerindeki psikolojisini şu vurucu sözle gözler önüne serer: “O sığınakta iki gün değil de bir ay geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedecek miydim?” (s. 28). Ortadoğu gibi cemaatler ve topluluklar arasında asırlık kan davalarının söz konusu olduğu bir coğrafyada, bu tür sorulara kolayca “hayır” diyebilmek hiçbir zaman mümkün değil kuşkusuz.
Asabiye ve mağdur-fail geçişleri
Çatışmaları basit bir “kabilecilik” kavramıyla açıklar Maalouf (s. 29). Aslında kavramlar ve sosyolojik sınıflandırmalar “kabile” düzlemine indirgenecek kadar basit değil kuşkusuz, ama Lübnan gibi iki asırdan beri cemaatler arası rekabet, husumet ve kan davalarının durulmadığı bir arka plandan gelen Maalouf için bu tasvir anlaşılabilir bir şey. Bunu söylerken kastettiği, İbn Halduncu anlamda her türden bağlılığı içeren “asabiye” kavramı kuşkusuz. Bu asabiye bazen etnik çatışmalar, bazen din soslu şiddet, bazen mezhepler arası kavgalar bazen de sınır çatışmaları şeklinde kendini hissettiriyor, ama sonuç değişmiyor: Şiddet, her zaman daha fazla şiddeti doğuruyor ve kimlikler de bu şiddetin hem mağduru hem de faili oluyor, bu döngü birbirini besleye besleye kuşaktan kuşağa aktarılıyor.
Bu sorgulamalarda en fazla dikkat çeken hususların başında ise kuşkusuz “dünün kurbanları vs bugünün cellatları” geçişkenliği geliyor. Şiddetin her zaman daha fazla şiddeti beslemesi olgusu, rövanş alma ve intikamcı hissiyatın gelişmesi, ruhlarımızdaki o ilkel “ödeşme” güdüsü, bunun için oluk oluk kan akıtmakta beis görmeme… “’Bizler’ zorunlu olarak ve kesinlikle masum kurbanlarızdır, ‘onlarsa’ zorunlu olarak daima suçludurlar, şimdi ne çekerlerse çeksinler, eskiden beri hep onlar suçludurlar” (s. 32) ve başlarına gelen her bir şeyi muhakkak hak etmişlerdir, hem de kundaktaki bebeklere varana kadar…
Göçmenlik, sığınmacılık ve beklentiler
Maalouf’un şu satırlarına sinen kişisel kederini hissetmemek mümkün değil: “Eğer geçerli tek bir kimlik söz konusuysa, mutlaka bir seçim yapması gerekiyorsa, göçmen kendini parçalanmış, bölünmüş, ya doğduğu ülkeye ya da onu kabul eden ülkeye ihanete mahkûm bir halde bulur. Kaçınılmaz olarak bir buruklukla, öfkeyle yaşayacağı bir ihanet…” (s. 35). Maalouf’un, yıllardır suçlandığı kimlik ve aidiyet ikilemleriyle bu satırları kaleme aldığı kuşku götürmez, ama okurken benim aklıma Türkiye’nin her dönemindeki rövanşisthesaplaşmalar nedeniyle yurtdışına göç etmek zorunda kalmış insanlar, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar, uzun yıllardır Almanya ve Hollanda’daki kendi işçi akrabalarım geliyor. Bu ikilik psikolojisini aşabilmek kısa vadede çözümü çok zor bir realite maalesef.
Maalouf’un bu ikili kimliğin getirdiği pratik zorluklara dair tespitleri ise ayrıca kayda değer. Karşılıklılık üzerinde durur en fazla, göçmenin kendisine duyulan hislerin dostça veya düşmanca oluşuna göre içine girdiği kültürü benimsemesinin mümkün olduğunu, geldiği yer ve kültürün düşmanca eleştirildiği noktada bu yeni toplumu benimsemekte ve ona aidiyet duymakta zorlanacağını kaydeder. Buradan da önemli bir sonuca varır: Aidiyet geliştirdiği ölçüde yeni içine girdiği kültürün bazı yönlerini eleştirme, ihtiyaç olması halinde geride bıraktığı kültüre dair bazı unsurları da eleştirip reddedebilme hakkı (s. 38-39). Ancak bunları üzerinde kültürel bir baskı söz konusuysa yapamayacağı muhakkaktır, ne eski kültürün uyumsuz unsurlarını reddetme ne de yeni kültürün hoşuna gitmeyen yönlerini eleştirme hakkına tam sahip olmayabilir. Açıktı ki Avrupa’da ve Batı’da gördüğümüz her türden radikalleşmenin ve göçmenler arasında artan suç oranlarının altında bu ikili uyumsuzluğun önemli bir rolü bulunuyor.
Çatışmaların asıl sebebi ne?
Maalouf bir Hristiyan olarak İslam’ın Arap kimliğinin çok önemli bir bileşeni olduğunu özellikle vurgular ve “Modernlik Ötesi’nden Gelince” adını verdiği bölümün ikinci yazısında önemli bir soruyu karşımıza getirir: Hristiyan Batı’nın hoşgörü ve demokrasiye “yazgılı” olduğu, buna karşılık Müslüman Şark’ın despotizm ve karanlıkla özdeşleşmiş gösterilmesi adil midir? (s. 49) Orta çağlarda durumun tam tersi olduğunu ortaya koyarak, bu sorunun dinler ve kültürlerin temsil ettiği değerlerle bir ilgisi olmadığını, bu dinleri yaşayan insanlarınpratik düşüncelerinin ve dönemin şartlarının dinlerin sosyal temsilini belirlediğini savunur.
Bu mantığa göre, şiddeti ve katliamları yaratan ne Hristiyanlık ne Yahudilik ne de Müslümanlık’tır, ancak dinleri yorumlarken başvurulan argümanların ve doğrudan dindarların hayata bakışının kötülüklerden sorumlu olduğu ortaya çıkar. Tüm dinlerde şiddete de ayrımcılığa da barışa da çok-kültürlülüğe de zemin sağlayan tezler sözkonusudur; Hristiyanlığı 21. asırda temsil eden Kilise daha hoşgörülüyken, 14. asırdaki aynı Kilise daha hoşgörüsüz olabilir. Bu yüzden o dönemde Endülüs veya Sicilya’da bir tane bile Müslüman bırakılmazken, bu dönemde Avrupa çok-kültürlü yaşamın sembolü ve merkezi haline dönüşebilir. Benzer bir durum geçmişte aynı coğrafyadaki (örneğin Irak veya Suriye) Müslüman liderlerin daha hoşgörülü ve çok-kültürlülüğe meyyal davranmasına karşın, bugün bu toplumlarda ayrımcılık ve şiddetin daha belirgin oluşunda da karşımıza çıkabilir.
Maalouf’un bahsettiğinin aksine, tek başına bir yorum farkına indirgenemeyecek kadar karmaşık bunun nedenleri kuşkusuz, örneğin kurumsal yapıların gelişimi ve ekonomi-politik gerçeklerin zorlaması gibi daha sofistike arka planı var bu “yer değiştirme” olgusunun, ancak Maalouf iyi niyetli bir izah sunuyor kimlik bahsi ve karar alıcılarla uygulayıcıların tercihleri bahsinde. Bu bağlamda, Humeyni ve Mao’nun iki benzer devrimci olarak, “etrafı devrim muhafızlarıyla kuşatılmış, halkından kendi gücüne güvenmesini isteyen ve Batı kültürünün bütün izlerini silmeyi vadeden” kimliklerine yaptığı vurgu ilginç bir paralellik sunuyor. Keza İslam tarihinde –pek sempati duymadığı açık olan- Humeyni tarzında bir “İslam Cumhuriyeti veya İslam Devrimi” savunucusu figür görmediği tespitini de (s. 57) ilginç ve not edilmesi gereken bir husus olarak kuyucunun dikkatine getirmek istiyorum
***
Maalouf Ölümcül Kimlikler’de kendi Lübnanlı-Hristiyan-Arap-Fransız kimliğinden yola çıkarak “melezliği” bir zenginlik ve çok-kültürlülük olarak sunmanın yanında, kimliği sabit bir “öz” olarak değil de sürekli inşa edilen bir “süreç” olarak tanımlamasıyla ufuk açıcı bir perspektif sunuyor aslında. Kimlik çatışmalarını bazen sadece “yanlış algılar” üzerinden okusa ve bazı çevrelerde fazla “liberal” veya “sulandırılmış” fikirler olarak nitelense de Maalouf’un yaklaşımı, modern dünyada bir arada yaşamanın nasıl ve ne şekilde mümkün olabileceğine dair iyi niyetli bir deneme olarak görülebilir. Kendisinden bir asır önce yaşayan ve yitip giden Avrupa çok-kültürlülüğüne tuttuğu yasla tanınan Stefan Zweig’ın yolunun bu Lübnanlı takipçisinin diğer iki önemli denemesini de (Çivisi Çıkmış Dünya ve Uygarlıkların Batışı) önümüzdeki haftaki yazımda incelemeyi planlıyorum.

