Sosyal medyanın ve malumat kaynaklarının yaygınlaşmasıyla daha görünür ve tartışmalı hale gelen, alışılageldik dinî öğretileri meydan okuyucu bir tarzla ele alan, basit görünen ama cevaplanması da gereken önemli bir soru var: “Madem her bir topluluğa peygamber gönderildiği Kuran’da ifade ediliyor, neden sadece 25 tane peygamberin ismi zikrediliyor da mesela Amerika kıtasındaki yerlilerin veya Japonların peygamberlerinden bahsedilmiyor?”
Son dönemde özellikle gençler arasında yaygın olan bu soruya, klasikleşmiş “illa ki vardır ama bilmek mümkün değil” veya “Kuran’da bahsedilmemiş, varsa da bu konuda malumatımız yok” tarzındaki cevapların ötesinde derinlemesine, disiplinler-arası perspektifle ele alınmış, mukayeseli yanıtlara ihtiyaç var.
Son yıllara kadar oldukça az ve yetersiz çalışmaların olduğu bu sahada, bugünlerde nitelikli bir katkı mahiyetinde yeni bir çalışma yayınlandı. Bülent Şahin Erdeğer’in “Bilinmeyen Peygamberler” kitabı,[1] tarih-antropoloji-arkeoloji-mitoloji dörtgeninde bu soruya yanıt arıyor ve eski çağlardan günümüze, bölge bölge ilerleyerek “olası” peygamber veya dinî uyarıcıların izini sürüyor.
“Her topluluğa bir peygamber (uyarıcı)” ve monoteizm-haniflik olgusu
Kitap temel bir tezden hareket ediyor ve coğrafyalar / mekânlar üstü bir perspektifle bu tezin sahaya yansımalarının peşine düşüyor aslında. Kuran’da geçen iki ayet, “Hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun” (Fâtır 35: 24) ve “Her ümmetin bir peygamberi vardır” (Yunus 10: 47) uyarınca, yeryüzünde her bir topluluk içinde bir nebi, resul veya uyarıcının var olduğu tezi, bu çalışmanın odak noktası.
Bu tezden hareketle, binlerce yıl öncesinden günümüze değin, birbirinden oldukça farklı kıta ve topluluklar arasında tevhid, haşir, ahiret, nübüvvet, toplumsal adalet, ahlak gibi dine ait esasların ortaya konulması için tarih, arkeoloji ve antropolojiden, yeri geldiğinde de mitolojiden işaretlerle bütüncül bir okuma yapılması hedefleniyor.
Bu noktada kilit bir kavram olarak “haniflik” ön plana çıkıyor. “Geleneksel inanç ve pratiklerden uzaklaşma veya mesafeli duruş olarak da nitelendirilebilecek olan haniflik, dinî olsun veya olmasın, toplum içindeki hâkim geleneğe (status quo) karşı eleştirel ve aykırı bir tutumu ifade ediyor. Bu yönüyle de hem İslam terminolojisini hem de diğer toplumları anlamada ve peygamberliğin izlerini sürerken bu kavram önemli bir aydınlatıcı rol oynuyor.
Tek-tanrıcılıktan çok-tanrıcılığa geçişler
Kitapta üzerinde durulan temel bir önerme de, dinlerin kökeniyle ilgili tek-tanrıcılıkla çok-tanrıcılık arasındaki geçişin yönü hakkında literatürdeki tartışmalarda kendisine temel olarak tek-tanrıcılığı alması. Esasen peygamberlik olgusuyla uyum içinde olan bu tek-tanrıcı başlangıç yaklaşımı, kitabın da temel sütunlarından biri olarak dikkat çekiyor.
Zira dinler tarihi literatüründe, bilhassa 19. yüzyılda dinlerin ortaya çıkışıyla ilgili olarak dile getirilen beş ana görüş içinde monoteist görüş, dönemin genel atmosferinde daha zayıf görünmekteydi. Natürizm (Max Müller), Animizm (Edward B. Taylor), Atalar Kültü (Herbert Spencer) ve Totemizm (Emile Durkheim) gibi hipotezler, 19. yüzyılın pozitivist bilim felsefesi ışığında daha fazla kabullenilip benimsenmişti.
İlgili dönemde çoğunlukla Wilhelm Schmidt gibi araştırmacıların ortaya koyduğu Monoteizm tezi ise, sonraki arkeolojik keşifler ışığında zaman içinde daha fazla ön plana çıkmaya başladı. Hemen her büyük kadim kültürde Tanrı’nın tüm insanlığı cezalandırmak için gönderdiği büyük tufan anlatılarının ana hatlarının benzerliği, çok tanrılı inançlarda bile varlığını koruyan bir “Yüksek Tanrı” fikri, ahlaki ikiliğin ve iyi-kötü ayrımının Tanrı düşüncesiyle birlikte yer alması gibi unsurlar, ilk dinî inanç olarak monoteist tezi güçlendirmekte.
Modern arkeolojinin bulguları arasında yer alan; Çatalhöyük’te ölülerin defniyle ilgili tespit edilen “Akbabalar Kültü” ve Neolitik Çağ insanının Tanrı’ya adaklarını sunakta takdim etmesi (s. 85), Sümerlerde Büyük Tufan öncesi ve sonrası değişen Tanrı inancı ve tek-tanrılılık başlangıcına dair bulgular (s. 86-107), ve nihayet Göbeklitepe kazılarında rastlanan “put kırıcı” izler ve M.Ö. 10.000 yıllarına tarihlenen dikilitaşlarda yazılı “Tanrı” anlamına gelen kelime (s. 78-83) gibi deliller de dinlerin kökeniyle ilgili bu tek-tanrılı başlangıca işaret eder.
Kitapta, Sümerlerdeki tanrı düşüncesinin evrimiyle ilgili olarak verilen tarihsel şema ise arkeolojik verilerle de desteklenerek, tek-tanrıcı anlayıştan sonraki çok-tanrıcı kültüre geçiş detaylandırılır (s. 87-107):
Tevhid dönemi (Uruk / Ön Sümerler Evresi): MÖ 4.000 – 3100
Çok-tanrılı dönem (Erken Hanedan Evresi): Tufan Hadisesi MÖ 2650
Tufan sonrası dönem (Tanrı-krallar ve çok-tanrılılığa dönüş): MÖ 2700 – 2350
Akad işgali ve Neo-Sümer (Ur III) dönemi: MÖ 2150 – 2100
Sümerler için geçerli olan bu dönemselleştirmenin aşağı yukarı tüm büyük kadim kültürler için geçerli olduğunu savunan Erdeğer; nübüvvetle başlayan bir tek-tanrıcı dönemin, peygamberlik mesajının bozulmasının ardından yerel ruhlar/atalar/doğaüstü güçlerle karşılaşınca kültürel adaptasyona uğradığını, ulaşılmaz hale gelen Tanrı’ya erişmek için aracı varlıklara (tanrılar, tanrıçalar) ihtiyaç duyulmaya başladığını kaydeder. Bu rota Türk kültüründeki Şamanizm inançları dâhil Mezopotamya, İran, Hint, Çin, hatta İslam öncesi Cahiliye inançlarını da açıklayan bir kavramsal çerçeve ve tarihsel ilerleme aksı sunar.
Jungcu psikolojideki peygamber “arketipi” meselesi
Teorik ve kavramsal bölümde, odak noktasına bu iki ayette geçen “uyarıcıların” varlığı tezini aldıktan sonra, iki sosyolojik olgunun derinlemesine işlenmesine geçiliyor.
Carl Gustav Jung’un arketip kuramı çerçevesinde, nebi/resul kavramlarının varlığının incelendiği kısa ama önemli bölümü, bu meseleye yaklaşırken başvurulabilecek yardımcı kavramsal çerçeve kurma açısından değerli buluyorum. Jungcu psikolojideki arketip kataloglarından “Bilgi İhtiyar Adam (Wise Old Man)” ve Kahraman (Hero)” kavramlarının açtığı yolda, nübüvvet aksının toplumlardaki izdüşümlerini takip etmek farklı bir açılım sağlıyor.
Bilhassa Bilge İhtiyar Adam arketipinin kolektif bilinçdışında bilgelik, rehberlik, akıl ve içgörü ile özdeşleştirilmesi, peygamberlik veya uyarıcılık misyonuyla örtüşen bir zemin öneriyor. Bilge İhtiyar Adam ile Kahraman arasındaki ilişki (hikâye ve destanlarda kahramanı bir eşikten geçirmesi, dönüşümün başlamasına yardımcı oluşu, rehberlik kaynağı olması vd hususlar) toplumların katettiği mesafenin incelenmesi açısından yol gösterici.
Erdeğer bu noktada, resul/nebi kavramının, bu iki arketipin kesişiminde yer aldığını; hem içsel bilgiye sahip bilge, hem de toplumla yüzleşen kahraman olarak farklı toplumlarda karşımıza çıktığını öne sürüyor. Bu bağlamda, İbrahimî dinlerdeki Tanrı ile konuşan, yasa getiren, içsel hakikati temsil eden, toplumu dönüştüren, uyarıcı nebilerin yerini, örneğin Budizm’de Buda’nın şahsında hakikati aydınlanarak bulan ve toplumu dönüştüren uyarıcılar alır. Veya Hinduizm’deki Krishna benzeri, İlahi öğretiyi sunan ve dünyaya kurtuluş mesajı getiren önderler, Lao Tzu’nun şahsında ise toplumdan geri çekilip doğanın yasası olan Tao’yu öğütleyen uyarıcı arketipi karşımıza çıkar. Kızılderili Şamanları’nın rüya ve sezgiyle topluma yön vermeleri, Zulu Bilgeleri’nin atalarla temas kurup uyarıcı ve yönlendirici rol ifa etmeleri veya Afrika’daki (Yoruba) Ifa Rahipleri’nin ilahi bilgiyle topluma rehberlik etmeleri de bu bağlamda zikredilebilir.
Oğuz Kağan veya Dede Korkut peygamber mi? Türklerde peygamberlik-salih kişi kavramsallaştırması
Kitabın dördüncü bölümü doğrudan “Orta Asya’nın Peygamberi Oğuz Kağan” başlığını taşıyor. İlk okuduğumda bir miktar iddialı bulduğum bu başlık, yaklaşık 35 sayfa boyunca Orta Asya’da ve Türklerde nübüvvet ve hanifliğe dair çok sayıda ayrıntı ve arkeolojik/kültürel karineyle, altı doldurulmuş bir perspektif sunuyor (s. 109-145).
Bu açıdan örneğin, Tufan sonrası Hz. Nuh’un oğullarından Yafes’e dayanılması anlatısı bu tek-tanrılılık geleneğinin başlangıç zeminini oluşturuyor. Oğuz Kağan’ın doğuştan Gök Tanrı’ya inanması ve puta tapınmayı reddetmesi, Türk milletine yönelik ilk uyarıcıların saf tevhid mesajını taşıdığı ve bu mesajın destanda/anlatılarda korunduğunu düşündürür. Zalim ve putperest babasına karşı gelerek adaletli bir düzen kurması da keza peygamberlerin toplumsal yozlaşmaya ve zalim iktidara karşı çıkma (ıslah) misyonunun somutlaşması olarak belirir. Bu yönleriyle Oğuz Kağan’ın, Nuh yasalarının bir devamı sayılabilecek “töre”nin ve Gök Tanrı inancının kurucusu olması hasebiyle, Türklere gönderilen bir peygamber olabileceği tezi bu kitabın dışında başka çalışmalarda da işlenen önemli bahisler arasında yer alır.
Keza eski Türk yazıtlarında Kültigin ve İlteriş Hakan’a atfedilen ifadeler de Gök Tanrı inancını yansıtır. Benzer şekilde Türkler arasındaki figürlerden Irkıl Ata (Harkıl Nebi), Kulbak Bilge, Dede Korkut gibi isimler de hem destan ve anlatılar hem de yazıtlardaki atıflar itibariyle, hem nebi hem de salih kişi olabilecek (Jungcu ihtiyar bilge adam arketipini hatırlatır şekilde) dinî şahsiyetler arasında sayılmaktadır. Bu açıdan MÖ 1515-1512 dönemine tarihlenen Altın Yarıq Tigin ve MÖ 514-545 dönemine tarihlenen Ökül Tigin yazıtları da benzer şekilde tevhid ve haşir akidesini vazeden içerikleriyle dikkat çekici.
Bu açıdan topluca Türk tarihine bakıldığında; Büyük Tufan sonrası, yani MÖ 2700’lerden itibaren Türkler arasında tek-tanrıcı eğilimlerin güçlü şekilde ortaya çıkması, “Türklerin peygamberleri” meselesini de somut şekilde önümüze çıkarıyor. Keza İslamiyet’le tanışılınca siyasi ve jeopolitik saiklerin zorladığı dönemler hariç, Orta Asya’da büyük bir direnç gösterilmeden bu inanca girilmesi ve bu dönemden itibaren eski inançların da İslam’a girerek varlıklarını sürdürmesi, tevhid düşüncesinin sürekliliği açısından bir örtüşmeye işaret ediyor olabilir.
Çin’den Hind’e, Afrika’dan Avrupa’ya ve Amerika’ya peygamberlik alametleri
Kitabın belki de en zengin yönü, yeryüzündeki birbirinden habersiz ve binlerce km mesafede ayrı ayrı yaşayan çok farklı kültürlerde ve çok farklı dönemlerde tek-tanrıcı yönelimlerin ahiret ve peygamberliğe, belirli önderlerin ilahi mesajı taşıyıp toplumsal ahlakı düzenleme işlevine dikkat çekilerek monoteist inancın evrenselliğine vurgu yapılması. Bu meyanda örneğin; Çin’de Laozi (Tao’nun kaynağı) ve Japonya’da erken Şintoizm’deki yüce yaratıcı ruhlar, saf tevhidin kalıntıları olarak görülür. Amerika’da Quetzalcoatl ve Viracocha (uygarlık getiren, beyaz, sakallı figürler), tevhid ve ahlak mesajı getiren uyarıcılar kabul edilir; yerel tufan mitleri haşir öncesi azap teması taşır.
Çoğu Afrika kabilesinde (Zulu, Yoruba vb.) ve Eskimo (İnuitler) inançlarında, yerel ruhların üzerinde bulunan, her şeyi yaratan yüce bir “Yüksek Tanrı” inancı (örneğin Olorun), saf tevhidin izi olarak belirir. Bu inançlar genellikle ruhların ölümsüzlüğüne (haşir teması) de sahiptir. Kitapta Buda ve Konfüçyüs inançlarından, Zerdüşt ve Ahameniş Şahı Büyük Kuruş’a (Kyros) kadar, antik Yunan’da Pisagor ve Sokrates’e, Epimenides, Ksenophanes ve Stoacılık’a kadar çok geniş bir çerçevede detaylı örneklerle bu nebilik/salihlik geleneğinin izleri sürülür ve pek çok tarihsel şahsiyet açısından bu gelenekten izler taşınıyor olabileceği ortaya konulur.
Bu perspektifle ilgili birkaç eleştirel husus
Bununla birlikte bazı noktalarda bu perspektife yönelik eleştirilerimi de kayda geçirmek isterim. Öncelikle, başta değindiğim Fâtır suresi (35: 24) ayetinin işaret ettiği temel tezi kanıtlamak için bir kısmı mitolojik olan verileri kullanmak ve mitolojik kahramanların peygamber olması gerektiğinden yola çıkmak, sonuçta dairesel bir akıl yürütmeyle sonuçlanıyor; neticede de bu tarihsel bir kanıt olmaktan ziyade, teolojik bir kabullenme yaratıyor olabilir.
Mitolojilerdeki kültürel kahramanların veya şamanların/bilgelerin kendi toplumları içinde düzenleyici ve öğretici roller üstlenmesi yaygın bir durumken, bu kahramanların her birini peygamber (nebi/resul) veya salih kişi olarak kodlamak, varsayımsal olarak mümkün olmakla birlikte, biraz indirgemeci bir yaklaşım olabilir.
Bir başka husus ise şu; bilimsel araştırma yöntemleri kavramsallaştırmasında sıkça rastlanan, inkâr edilemezlik (falsifiability) sorunu bu yaklaşımda karşımıza çıkıyor olabilir. Zira metinde “bilinmeyen” peygamberler incelendiği için bu tarihsel/mitolojik figürlerin peygamber olup olmadığını kanıtlamak neredeyse imkânsıza yakındır. Bu yönüyle de bilimsel-tarihsel bir kanıttan ziyade, günün sonunda teolojik bir inanç beyanına yaklaşılmış olur.
Üçüncü bir husus da bilhassa Amerika ve Afrika örneklerindeki tek-tanrıcı izlerin, çok erken dönemlerdeki kültürel etkileşimlerden doğan Hristiyan ve İslam misyonerliğinden mi kaynaklandığının, yoksa bu kültürlerin orijinal halinde var olup olmadıklarının daha fazla delillerle ve somut unsurlarla desteklenmesi gerekliliğidir.
***
Sonuç itibariyle, tevhid vizyonu ve perspektifiyle kaleme alınan bu çalışma, en baştaki şüpheci ve sorgulayan soruya büyük ölçüde tatmin edici bir çerçeve sunuyor. Bu yönüyle zamanlar ve mekânlar üstü bir kültürler, antropolojik veriler, mitolojik ögeler ve tarihsel çıkarımlar derlemesi olarak bu çalışma saygıyı hak ediyor. Bu ve benzeri çalışmaların daha fazla arkeolojik verilerle desteklenmesi, daha sağlıklı sonuçlara ve bilimsel/akademik bir çerçeveye varılması ve her kesimden eleştirel düşünce sahiplerini “ikna etmek” açısından önemli olacaktır.
[1] Bülent Şahin Erdeğer (2025), Bilinmeyen Peygamberler & Asya’dan Amerika’ya, Kutuplardan Afrika’ya, İstanbul: Timaş Kitap.

