Hastalıklı Endoktrinasyon: Sevgili Askerler, Lütfen Çok Fazla Arap Öldürün

“Ağaç yaşken eğilir” düsturuyla hareket eden devletlerin, vatandaşlarını henüz çocuk yaşta belirli bir ideolojiyle eğitme ve resmi devlet söylemleriyle genç beyinleri yoğurarak hedefleri doğrultusunda şekillendirme amacı güttükleri bilinen bir gerçek.

Endoktrinasyon; doktrinleştirme, öğretinin içselleştirilmesi, beyin yıkama gibi anlamlara gelmektedir. Endoktrine olmuş beyinler sorgulamaz, araştırmaz, kendisine verilenle yetinir ve itaat eder.

Sadece devletler değil, terör örgütleri de bu yöntemi kullanmakta oldukça mahirdir. Örgüt içinde güven ve itimadı kazanmak için örgüt mensubunun, örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen emirleri sorgulamaksızın ve şart koşmaksızın yerine getirmesi beklenir. Bu hiyerarşik sistem içinde arıza çıkaran, itaat etmeyi bilmeyen bireyler yeterince endoktrine ol(a)mamışlardır. Bunlara güvenilmez.

Özetle devletler ve örgütler, genç dimağları iğdiş etmekte birbirleriyle yarışmaktadır. Yüz yılı aşkın süredir tüm darbelere (kastım elbette yalnızca askerî darbe değil) rağmen hayatta kalabilmiş Cumhuriyetimiz de, tabii ki endoktrinasyon konusunda üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır; yapmaktadır da.

Bugün Türkiye’de iktidar kanadı “dindar nesil yetiştirme” projesinden övgüyle bahsederken, karşı mahalledeki(!) kesimler ise bu projenin başarısızlıkla sonuçlandığını savunmakta. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Güncel Dinî Meseleler İstişare Toplantısı – Güncel İnanç Problemleri (Deizm, Ateizm, Agnostisizm ve Nihilizm) başlıklı toplantısında, özellikle genç nüfusun dinden uzaklaştığı yönündeki tespitler ve bunlara ilişkin çözüm önerileri sunma çabası, iktidarın “dindar nesil” projesinin pek de başarılı olmadığı algısını güçlendirmektedir.

Bu girizgâhın ardından meramımı ifade edeyim: Bu metnin konusu Türkiye değil. Endoktrinasyon denildiğinde tüm uluslara ve hatta terör örgütlerine şapka çıkarttıracak cinsten bir örnek var karşımızda: İsrail.

Mescid-i Aksa Yıkılacak, Büyük Savaş Çıkacak ve Araplar Kölemiz Olacak

Bu konuyu ele almama sebep olan bir video ile yakın zamanda karşılaştım. İçeriğine geçmeden önce, İsrail’de ultra Ortodoks bir Yahudi okulunda çekildiğini düşündüğüm bu videoda yer alan ultra Ortodoks grubu ve eğitim kurumları hakkında çok kısa bilgi vermem gerekir. Harediler olarak bilinen bu grup, kendilerini “gerçek Yahudi” olarak tanımlamakta, nüfuslarının diğer Yahudilerden daha hızlı artması gerektiğini savunmakta, çocuklarının iyi bir eğitim alması ya da ticarette başarılı olmaları için yoğun çaba göstermekte, karma eğitime ve hükümetin laikliği çağrıştıran tüm projelerine şiddetle karşı çıkmakta, Tevrat’la çeliştiğini iddia ettikleri tüm yenilik ve reform hareketlerini reddetmektedir.

Yine belirtmek gerekir ki bu grubun bir kolu, Tanrı’nın Yahudi toplumunu başka ulusların altında yaşamakla cezalandırdığına inanmakta, bağımsız İsrail devletine ve onun Siyonist emellerine karşı çıkmaktadır. Bu görüşün doğal sonucu olarak da askere gitmeyi reddetmektedirler. Erkekler için üç yıl, kadınlar için ise iki buçuk yıl olan zorunlu askerlik hizmetinin inançlarına aykırı olduğunu öne sürerek askerliğe gitmeyen Harediler, yakalandıklarında İsrail askerî hapishanelerinde kötü koşullarda altı ay hapis yatmayı göze almaktadırlar. Onların ifadesiyle, “ölmek ya da hapis yatmak, askere gitmekten daha evladır.

Bu girizgâhı yapma sebebim ise şu: Her ne kadar köktendinci olsalar da Siyonizm konusunda aslında Yahudilerin rasyonel ve makul kabul edilebilecek bir kolu olan Haredilerin eğitim kurumlarında bile çocuklara verilen eğitim, tek başına, hastalıklı endoktrinasyonun varabileceği seviyeleri göstermesi bakımından önem arz etmektedir.

8–9 yaş grubundan oluşan ve sadece erkek öğrencilerden müteşekkil bir ilköğretim sınıfında, öğretmenleriyle birlikte yanlarında sınıftan olmadıkları aşikâr olan bir grup adamın (din adamı yahut müfettiş olma ihtimalleri kuvvetle muhtemel) çocuklara sordukları sorular ve aldıkları yanıtlar şu şekildedir:

(X: Soru soranlar, Y: Öğrenciler)

X: Önümüzdeki birkaç yıl içinde kutsal mabedimizin inşa edileceğine kimler inanıyor?
(Tüm öğrenciler parmak kaldırıyor.)

X:Peki şu an mabedimizin yerinde ne var?
Y: Mescid-i Aksa.

X: Peki Mescid-i Aksa’ya yakında ne olacak?
Y: Yıkılacak ve yok olacak.

X: Son bir yıl içinde Arap bir çocukla konuşanınız oldu mu? Arap biriyle konuştuğunuzda ne hissettiniz?
Y: Öfke hissettim.
(Bir başka öğrenci: “Onu öldürmek istediğimi hissettim.”)

X: Peki dindar olmayan Yahudi bir çocukla karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz?
Y: Seküler oldukları için onlara acıyorum.

X: Neden acıyorsun onlara? Dindar olarak doğmadıkları için mi?
Y: Hayır, doğru yolda olmadıkları için acıyorum.

X: Peki önümüzdeki 10 yıl içinde Kudüs nasıl bir yer olacak sizce?
Y: Tamamen dindar Yahudiler işgal edecek Kudüs’ü.
(Başka bir öğrenci: “Araplar da olacak ama onlar köle olarak bize hizmet edecekler.”)

(Bu yanıtı çok beğenen eğitmen ve ziyaretçiler, bir yandan ellerini ovuşturup kafa sallayarak öğrenciyi onaylarken, diğer yandan gülerek birbirlerine bakıyor ve öğrencilerini takdir ediyorlar.)

X: Peki sizce Mesih gelecek mi?
Y: Evet, Mesih gelecek ve Araplarla aramızda büyük bir savaş çıkacak. Bu savaşta bütün Araplar ölecek. Daha doğrusu çoğu ölecek, geri kalanlar da bize köle olarak hizmet edecekler.

Hastalıklı Endoktrinasyondan Soykırıma: Bir Milletin Anatomisi

Gazze’de Filistin halkının maruz bırakıldığı soykırımı, İsrail’in hastalıklı endoktrinasyon politikalarından ayrı düşünmek elbette mümkün değil. Gazze’de bombalardan kurtulanların açlıktan öldüğü günlerde, Gazze sınırında mangal partisi veren İsraillilerin; bombalar yağarken sınırın yüksek noktalarına kamp sandalyesi atıp her düşen bombada sevinç çığlıkları atan bu canilerin, sözde eğitim tornasından geçmediğini varsaymak mümkün olabilir mi?

Bugün soykırım suçunu işleyen jenerasyonun beyinlerinin nasıl yıkandığını ve ne şekilde endoktrine edildiğini görebilmek için 2000’lerin başına dönmek gerekiyor. O yıllarda özellikle Filistin’deki eğitim müfredatının İsrail’i yok saydığı, Yahudilere karşı nefret pompaladığı yönündeki asılsız iddialar —her zaman olduğu gibi— Batı’da rahatlıkla alıcı bulabiliyordu. Çünkü İsrail tarafından ortaya atılan hiçbir isnat teyit edilmez(di).

Senatör Hillary Clinton, 2000 yılında ilk Senato kampanyasını yürütürken (ABD’de aday olmasına rağmen) sürekli olarak Filistin ders kitaplarını eleştirmeye devam ediyor ve “Filistin Yönetimi’ne yapılacak her türlü BM yardımının, tüm ders kitaplarının değiştirilmesi şartına bağlanması gerektiğini” vurguluyordu. Elbette bunlar Clinton’ın kendi sözleri değildi. Amerika’da İsrail’in en güçlü lobi kuruluşu olan ve etkisinin Amerikan Senatosu’ndan bile fazla olduğu iddia edilen AIPAC (Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi), Clinton’ın eline hazır metinler tutuşturuyordu.

Peki İsrail tarafında tablo nasıl?

İsrail’de ilkokul 3’ten 6. sınıfa kadar okutulan tarih ve coğrafya kitaplarında Araplar “hırsız, sahtekâr, Yahudi kanına susamış barbarlar” gibi ifadelerle anılıyor; “geri kalmış bedeviler” ya da “yol kesen haydutlar” olarak tasvir ediliyor. Hatta “Arap sürüngenlerinin evi” gibi nefret dolu tanımlamalara bile yer veriliyor. Kısacası bu müfredat sadece tarih öğretmiyor, nefretin tarihini yeniden yazıyor.

İsrail’de çocuklara ilkokuldan itibaren okutulan kitaplarda Filistin diye bir devlet yok. Bu şaşırtıcı değil; fakat şaşırtıcı olan, coğrafya kitaplarında Filistinlilerin yaşadığı bölgelerin ya tamamen yok sayılması ya da kimsenin yaşamadığı boş alanlar gibi gösterilmesi.

“Hiçbir ders kitabında [1948 öncesi Filistin’deki] Arap yerleşimlerini gösteren tek bir coğrafi harita bile yok. Yalnızca Yahudi yerleşimleri gösteriliyor. Genel olarak o topraklar, kendi başına bir tarihe sahip değilmiş gibi sunuluyor. İsrailli bir öğrenci, yaşadığı topraklarda 1948 öncesi kimin yaşadığına dair en ufak bir fikre sahip değil; yani, sürülen insanların ve sürülmeden önceki yaşamlarının tarihini bilmeden büyüyor bu çocuklar. Bu yüzden Arapların Siyonizme karşı direnişi ve şiddeti, herhangi bir bağlam verilmeden, tamamen nedensiz ve kötü niyetli bir davranış gibi gösteriliyor. Böylece Arap direnişi, ‘mağdur’ olarak tasvir edilen Yahudilerin kutsal ve barışçıl bir şekilde anavatanlarına dönme çabalarına engel olan bir kötülük olarak sunuluyor.”

Bu bir devlet politikası. Ve resmî tarihin kiri ve pasıyla yoğrulan, çürüyen ve iğdiş edilen bu zihinlerden öğrendiklerini sorgulamalarını ve alternatif görüşlere açık olmalarını beklemek elbette naif bir beklenti olurdu. Ama yine de nadir de olsa, Arapların durduk yere İsrail’e saldırmasını anlamsız bulanlar ve tabloda bir şeylerin eksik olduğunu hissedenler de yok değil. Onlardan birine –17 yaşındaki bir lise öğrencisine– kulak verelim:

“Bize okutturulan kitaplarda, Yahudilerin yaptığı her şey doğru ve meşru; Araplar ise haksız, şiddet yanlısı ve bizi yok etmeye çalışan bir topluluk olarak gösteriliyor. Hep aynı şeyi duyuyoruz. Hikâyenin sadece bir tarafı anlatılıyor. Bize İsrail’in 1948’de devlet olduğu ve savaşın Araplar tarafından başlatıldığı öğretiliyor. Ama Arapların başına ne geldiği hiç anlatılmıyor; mültecilerden, evlerinden ve kasabalarından ayrılmak zorunda kalan insanlardan hiç söz edilmiyor. Hoşgörü ve uzlaşma yerine, bu kitaplar ve bazı öğretmenlerimizin tutumu Araplara karşı nefreti daha da derinleştiriyor.”

İsrail eğitim sistemi sadece tarih ve coğrafya gerçeklerinin çarpıtılması üzerine kurulu değildir; aynı zamanda son derece sistemli bir militarist endoktrinasyon mekanizmasına dayanmaktadır. “Silahların kamusal alanlarda sürekli sergilendiği, ordunun statüsünün peynir reklamından siyasi kampanyalara kadar her şeyi meşrulaştırmak için kullanıldığı bir ülkede, militarize eğitim adeta doğal bir uzantı haline gelir. İnsan, evde ve sokakta militarizmi soluyarak büyür.”

İsrail’de üniformalı askerler okullarda bizzat görev alırlar. Okul binalarının duvarlarını, “şehit düşmüş” askerlerin adları ve fotoğraflarının yer aldığı panolar süsler. Anaokulundan liseye kadar tüm yaş gruplarından öğrenciler, öğretmenleri eşliğinde eski savaş alanlarını ziyaret ederler. Yine tüm yaş grubundaki öğrenciler, “İsrail Güvenlik Kuvvetleri’ne (IDF) hazırlık” eğitimine zorunlu olarak tabi tutulur. Askerî eğitimi de içeren saf militarist bir müfredattan bahsediyorum. Düşmanca ve son derece hastalıklı bir endoktrinasyona maruz kalan nesiller ise bugünün soykırımcıları olarak karşımızda durmaktalar.

Sonuç

2000’li yılların başında, İkinci İntifada sırasında Tel Aviv’de yayın yapan Yedioth Ahronothisimli gazete, yukarıda açıkladığım bu eğitim sisteminden geçen çocuklar tarafından İsrail askerlerine yazılan mektupları “Sevgili Askerler: Lütfen Çok Fazla Arap Öldürün” başlığıyla yayımlamıştı.

Bu çocuklar ne yazık ki büyüdüler ve bugün Gazze’deki soykırım suçunun failleri durumundalar.

Bu çocuklarla aynı tornadan çıkan liderleri Netanyahu da, kutsal (!) kitaplarında Tanrı’nın buyruğu olduğu iddia edilen bir soykırıma atıf yaparak Gazze’de açıkça soykırım çağrısı yapmıştı. İsrailoğulları’nın sözde düşmanı olan Amalek için kutsal kitaplarında geçen “bebekler, çocuklar ve hayvanlar da dahil olmak üzere Amalek’i tamamen yok edin” pasajına atıf yapan Netanyahu, ekran karşısında yaptığı konuşmada Gazze’deki “operasyonları” kutsal bir görev olarak nitelendirmişti. Bahsi geçen sözde kutsal kitabın ilgili pasajı tam olarak şu şekildedir:

“Şimdi git, Amalek’i vur ve sahip olduklarının hepsini tamamen yok et; onlara acıma; erkek ve kadını, bebek ve emzireni, öküz ve koyunu, deve ve eşeği öldür.”
(Eski Ahit, 1 Samuel 15:3)

Gazze’de iki yılı aşkın süredir katledilen kadın, erkek, çocuk, bebek, hayvan ve doğa; ne yazık ki mitolojik bir düşman olan Amalek’in 21. yüzyılda Gazze biçiminde tecessüm ettirildiğini göstermektedir.

Bu eğitim sistemi, dibe doğru bir yarışın en bariz örneklerinden biridir. “Dibe doğru yarış” ifadesi çoğunlukla iş dünyası literatüründe, rekabetin şartları iyileştirmek yerine aşağıya çekmesi anlamında kullanılan bir tabirdir. Uluslararası rekabet avantajı elde etmek için ülkelerin veya şirketlerin; iş gücü, çevre, vergi veya diğer standartları gevşetme eğiliminde olduğu, yapıcı değil yıkıcı bir rekabet durumudur.

Devasa markaların tüm üretim merkezlerini, saatlik çalışma ücretlerinin yarım dolar olduğu ve insan onuruna yakışmayan koşullar altında işçi çalıştıran bölgelere taşıdığı bir dünyada, insani koşullarda üretim yapma kaygısı güdenler ayakta kalabilir mi?

“Dibe doğru yarış” ifadesini, hastalıklı endoktrinasyona da pekâlâ uyarlayabiliriz.

Bir ülke tüm eğitim ve askerî sistemini; yediden yetmişe tüm vatandaşlarını dört tarafı düşmanla çevrili olduğu retoriğine inandırmak üzerine kurduğunda, daha insancıl ve yaşanabilir bir dünya için “dünya vatandaşı” yetiştirme gibi polyannacı bir yaklaşımı diğer ülkelerden bekleyebilir miyiz?

Metni, Edinburgh’da mütevazı bir kafe işleten kıymetli bir ablamızın sözüyle bitirelim. Hukuk terminolojisinde “Suça Sürüklenen Çocuklar (SSÇ)”, halk arasındaki karşılığıyla “Sokağa Saçılan Çocuklar” sorunu hakkında konuşurken bu ablamız şöyle demişti:

“Korkuyorum, çünkü benim yetiştirdiğim çocuklar onların çocuklarıyla baş edemez.”

Dibe doğru yarışı iliklerimize kadar hissettiğimiz bu çağda, onların çocuklarıyla nasıl mücadele edebileceğimizi ve bu mücadele için nasıl bir tedrisattan geçmemiz gerektiğini etraflıca düşünmemiz gerekiyor.    

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Uluslararası Hukuk: Gerçek Mi, Yanılsama Mı?

Bugünkü yazım, iki alışılmadık özelliğe sahip. Birincisi, bu yazı bir kitap tanıtımından ibaret. Alışılmadık yanı ise, bu kitabın kendi...

Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raporu: Bulgular ve Öneriler

Giriş Dünyanın gözleri önünde, canlı yayında bir milletin soykırımına tanıklık ettiğimiz bu günlerde başka bir mesele hakkında yazıp çizmek...

Satranç ve Devlet Aklı

"Oyun bittiğinde şah da piyon da aynı kutuya konur." Alexander Puşkin'e ait olan bu sözü, itiraf edelim Kurtlar Vadisi...

“Bu Ülke” Uğruna Feda Edilmiş Gözler: Cemil Meriç

Giriş    Godfather ya da Hababam Sınıfı... Defalarca izlememize rağmen, denk geldikçe yine izleriz. Bazı filmler nasıl ki eskimez...

“Demokrasi Yolunda” Mücadeleye Adanmış Bir Ömür: Ali Fuad Başgil

Giriş:           Bundan 15 sene evvel, Ankara Hukuk’taki tahsilim sırasında, haftalık okumalar yapmak maksadıyla kurmuş olduğumuz Sahaf Sever Kitap...

Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş               İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük...

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...