Doğu Türkistan ve Uygurlar meselesiyle ilgili olarak, bir önceki yazıda (https://ekopolitik.org.tr/cin-dogu-turkistan-meselesi-ve-uygurlar-i-isin-dogrusu-ne-mehmet-akif-koc-ekopolitik/) bölgesel ve küresel dengelere değinmiş, Çin’in bölgeye yönelik politikasında etken olan dinamikleri ele almıştım. Bunlar arasında politik, ekonomik, sosyolojik ve ideolojik parametreleri öne çıkararak bilhassa güvenlik endişelerinin üzerinde durmuştum. Bu makro çerçeve, hadiselere dair genel bir okuma için altyapı ve arka plan sağlasa da sahada olan biteni incelemeden bu analiz eksik kalıyor.
Türkiye’deki Çin ve Doğu Türkistan (Şincan) analizleri genelde tam da bu noktada tıkanıyor: Hemen herkes kendi dünya görüşünce bir makro çerçeve okuması yapıyor, ancak bu sırada sahada yaşanan gerçeklik ve çoğunluğu itibariyle genel bir trende işaret eden mikro ölçekteki hikâyeler gözden kaçırılıyor ki sosyolojik realiteleri ıskalayan bu metodolojik hata, Çin-ABD rekabetinin yansımalarından öteye gitmeyen yavan bir argümanlar bütünü sunabiliyor sadece.
Ben de bu hatalı tutumdan kaçınabilmek için, serinin ilk yazısındaki makro çerçevenin ardından, bu yazıda daha bireysel öykülere ve gözlemlere odaklanarak, sahadaki gerçekliğin neye işaret ettiğini ele almaya gayret edeceğim. Bunun için de henüz çok yeni olan iki kitabın yanında, birkaç yıl önce çıkmış bir bireysel öyküler antolojisinden hareket edeceğim. Bu üç kitap da aslında birbirinden farklı şeyleri savunuyor, hatta taban tabana zıt resimlere işaret ediyor bunlar. Bu yönüyle de lehte/aleyhte propaganda unsuru içerebilecek sınırlı okumalardan kaçınarak, daha kapsayıcı bir resim çizmeye gayret edeceğim.
“Gece Yarısı Tutuklanmayı Beklemek” ne demek?
Bu kitapların ilki, ABD’de iki sene önce İngilizcesi yayınlanan bir eser: Uygur şair Tahir Hamut İzgil’in anıları, Gece Yarısı Tutuklanmayı Beklemek başlığını taşıyor.[1] 1969 Kaşgar doğumlu İzgil’in anıları Çin’in özellikle son yirmi yılına ışık tutuyor. Eğitim seviyesi ve buna bağlı olarak Çince lisan bilgisi ve özgüveni genel itibariyle düşük olan Uygur azınlığın aksine, İzgil Pekin’de Merkezî Milletler Üniversitesi mezunu ve çok iyi seviyede Çince bilen, uzun yıllar Çince öğretmenliği yapmış bir isim. Aynı zamanda Uygur Türkçesi ve Çince öykü, deneme ve şiirler kaleme almış, Pekin ve Urumçi’de sinema ve film sektörüyle de ilgilenmiş, kendi toplumu arasında da tanınmış bir entelektüel.
İzgil’in önemli bir özelliği, dindar bir figür olmaması, hatta aile hayatı ve dost çevresinin de gösterdiği üzere daha seküler bir çevreye mensup olması. Bu yönüyle, Çin resmî makamlarının “Uygur radikalizmi, Müslüman aşırılıkçılığı” vs suçlamalar nedeniyle uyguladığı otoriter politikaları meşrulaştırmaya çalışan propagandist söylemlerini de boşa çıkarıyor İzgil’in dindar bir isim olmaması. Kitapta şairin kişisel deneyimleri ve Çin devleti/toplumuyla geliştirdiği ilişkiler üzerinden okuyucuya sunduğu geniş bir resim var. Bu resmin içinde, yıllar içinde dozu daha da artan ve denetim/kontrolcülük yönünde ilerleyen Uygurlara yönelik kitlesel gözaltı, yeniden eğitim kampları, kültürel asimilasyon ve dijital gözetim politikalarına dair çok sayıda örnek bulmak mümkün.
İzgil’in kitabının önemli bir yönü, soyut bir politikalar bütününü kişisel kaderiyle birleştirip edebi bir dille sunması, daha doğrusu somutlaştırması. “Terörle mücadele” adı altında meşrulaştırılan kolektif cezalandırma pratiğinin toplumu sindirip üzerinden geçen totalitarizmi, Orwellvari bir gözetim düzeninin gündelik hayata yansımaları, dostluk ilişkilerinin bile güvensizlikle zedelenmesi metnin tamamına sinmiş durumda.
Ancak İzgil’den bağımsız olarak, elbette bu tür kitaplar ve tanıklıklarda metni ve yazarı dikkatle süzmeyi gerektiren bir boyut da söz konusu. Eleştirilebilecek yönlerinden biri, kitabın ABD merkezli bir yayınevinden çıkmış olması nedeniyle, kimi bölümlerde Çin eleştirisinin Batı kamuoyunun hassasiyetlerine uygun biçimde formüle edilmesi. Bu tür tek taraflı anlatıları özellikle ABD’nin Ortadoğu’ya “demokrasi getirmeye” niyetlendiği 2000’li yıllarda sıkça gördük; bilhassa İran, Irak, Afganistan gibi toplumlarla ilgili ABD kamuoyunu ve karar vericileri “hazırlamaya” yönelik metinler İngilizceden başlayarak dünya dillerine çevrilmekteydi. Bu akım günün sonunda sınırlı kişisel tanıklıkları, kolektif bir ötekileştirmeyle birleştiren bir edebi/kurgusal sektör yaratmıştı. Doğu Türkistan ve Tibet bağlamındaysa bu durum, bazı eleştirmenlerce “ABD’deki Çin karşıtı söylemin edebi bir uzantısı” olarak yorumlanıyor ki pek haksız da sayılmazlar.
Kurbancan Samat ve bambaşka bir Uygur anlatısı
Yukarıdaki hususlara ilaveten İzgil’in tanıklığı, Uygur toplumu içindeki farklı sesleri veya Çin içinde sistemle pazarlık etmeye çalışan “ılımlı” aktörleri pek yansıtmaz; dolayısıyla anlatı, baskının tek taraflı bir panoramasını sunar. İzgil’i ve ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Uyguları bunun için suçlayamayız, ancak bu genel tablonun da farkında olmakta fayda görüyorum. Bu yüzden tekrar vurgulamak gerekir ki tek yanlı tanıklıkları sürekli çapraz okumayla süzerek ve resmin ak-kara tonlardan ibaret olmadığını, arada geniş bir gri renkler skalası bulunduğunu bilerek hareket etmek gerekiyor.
2014’te ilk kez yayınlanan, Hoten doğumlu ve Uygur kökenli kameraman ve fotoğrafçı Kurbancan Samat’ın Ben Xinjiang’dan Geldim & İpek Yolu’nun İncisi Xinjiang adlı eseri[2] ise, Çin’in resmî adıyla Sincan (Xinjiang) bölgesine dair bambaşka bir bakış açısını temsil ediyor. Tahir Hamut İzgil’in kitabı, devlet baskısını, kültürel soykırımı ve bireysel travmayı ön plana çıkarırken; Kurbancan Samat’ın kitabı, aynı coğrafyayı bir “uyum”, “kalkınma” ve “çok kültürlü barış” sahnesi olarak resmediyor. Bu karşıtlık, yalnızca iki yazarın kişisel deneyimlerinden değil, temsil ettikleri politik anlatıların zıt doğasından da kaynaklanıyor kuşkusuz.
Samat, kitabın önsözünde; Pekin, Şanghay, Guangzhou’nun da aralarında bulunduğu 20’den fazla şehirde, 500 kişiyle yaptığı röportajlardan topladığı 100’ü aşkın kişisel öyküden süzerek bu kitabı ortaya çıkardığını kaydediyor; ancak hemen birkaç satır altta, bunu yaparken parasal sıkıntılar çekip ailesinin maddi desteğine bağımlı hale geldiğini yazıyor. Çin’deki politik sistemi ve denetim rejimini bilenler, hele bir Uygur Türkü’nün –arkasında açık bir devlet desteği olmadan- bütün Çin sathında aylarca süren bir araştırmada, binlerce Uygurla görüşmesinin teknik olarak imkânsıza yakın olduğunu takdir edecektir.
Üstelik bu eserin, 2015 yılı sonunda Ankara’da resmî bir törenle duyurulduğunu, organizasyonun Çin makamları tarafından yapıldığını, kitabın Türkçe çevirisinin Milli Kütüphane’deki lansman ve imza günündeki resmî organizasyona o dönem Ankara’daki Çin Büyükelçiliği tarafından bizzat davet edildiğim için yakinen şahidim. Dolayısıyla metnin 2014-15 şartlarında Çin’e karşı tepkiler yükselirken bir “halkla ilişkiler hamlesi” olarak yazıldığını –hatta yazdırıldığını- anlamak çok zor değil. İzgil’in kitabındaki kişisel acılar ve kötü deneyimlerin yerini, Samat’ta bir tür “örnek yurttaş” modeli ve “mutluluk hikâyeleri” anlatısı alır; buna diasporadaki Uygurların deneyimlerinin tamamen yok sayılması ve sahadaki durumun objektif şekilde tasvir edilmemesi de eklenir.
Bu açıdan İzgil’in eserine yönelik eleştirel perspektifimi, Samat’ın Türkiye’deki Çin Sefareti tarafından dağıtımı ve lansmanı yapılan kitabı için de saklı tutuyorum, her ikisinin de salt kültürel veya vicdani bir çalışma olmanın ötesinde, dönemin makro siyasal çerçevesi açısından da değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Samat’ın kitabı Çin medyasında övülürken Batı’da propagandist olarak görüldü. Buna mukabil İzgil’in kitabı ise Batı’da övülüp çok sayıda ödül alırken Çin’de yasaklandı ve hedef gösterildi. İki kitabı birbiriyle eşitlemiyorum, ancak ABD-Çin rekabetinin sahaya kültürel yansımaları açısından bu tabloyu ilginç buluyorum.
Taha Kılınç ve Doğu Türkistan seyahat notları
İki Uygur Türkü, İzgil ve Samat’ın birbirine tamamen zıt görüşteki kitaplarının ardından bugünlerde yayınlanan ilgi çekici bir kitabı da bu vesileyle okuyucunun dikkatine getirip, mukayeseli okuma yapmaya davet etmek isterim. İslam coğrafyası üzerine çalışmalarıyla tanınan gazeteci-yazar Taha Kılınç’ın son kitabı Doğu Türkistan Seyahatnamesi[3] bölgeye dair bizzat sahadan oldukça canlı ve ilgi çekici tanıklıklarla, aslında “bu sorunu doğru düzgün anlamak için esas nereye bakmak gerekir?” sorusuna yanıt veriyor. Hayatın içine, kültürel mirasa, dini ve milli işaretlere, camilere, mezarlıklara, türbelere, yollara, mağazalara… Hayatın bütününe ve asıl taşraya perspektifi çevirerek bakıyor Kılınç’ın kitabı.
2025 Haziran’ında gerçekleştirilen ve 8 gün süren bu ziyarette, Kazakistan’dan karayoluyla Çin’in Doğu Türkistan bölgesine girmiş Kılınç, izlediği rota da oldukça verimli ve taşra-kent ayrımı gözetecek şekilde planlanmış: Alma Ata – Gulca – Kaşgar – Yarkent – Hoten – Urumçi – Turfan – Urumçi – Alma Ata. Bu rota özellikle önemli, zira hem tarihsel hafıza ve kadim kültürel mirasın yoğunlaştığı taşra şehirlerini de içeriyor, hem de Türkiye’de propaganda söylemindeki “Urumçi’ye gittik, herşey güllük gülistanlık” söylemini açıkça boşa düşürüyor.
Bölgeye dair tarihsel arka plan kısmı aslında bugünü anlamak için mutlaka başvurulması gereken bir çerçeve, kitapta buna dair ayrıntılı olmayan ama gerekli notlar da var; böylece hem Uygur toplumunun nereden nereye geldiği hem de Pekin’le ilişkilerinin seyri daha somut şekilde anlaşılabiliyor. Metodolojik olarak Türkiye’de pek yapılmayan ama Batı’da Uygur diasporasının üzerinde çokça durduğu bir yol takip ediyor kitap: Uygur coğrafyasında cami, mezarlık, türbe, medrese gibi yüzlerce yıllık geçmişi olan tarihsel mirasın, son 20-30 yıl içindeki değişim ve dönüşümü.
Örneğin Kaşgar, Yarkent veya Hoten’de yirmi yıl önce var olan bir caminin şu an neden olmadığını anlamak veya beş sene önce içinde namaz kılınan bir mabette bugün neden kılınamadığını görmek bu sayede mümkün olabiliyor. Uydu görüntüleri ve geçmiş dönem fotoğraflarından sıkça faydalanılarak bu belgelendirme yapılmış. Bu yönüyle klasik bir seyahat notları kitabının çok ötesinde bir belgelendirme mantığıyla hazırlanmış ki bu açıdan takdir edilesi bir gayret bu.
Kitaptaki dikkat çekici hususlardan biri de taşrada çok daha sıkı bir kontrol olması; örneğin Yarkent ve Hoten’deki sıkı uygulamalar, yol denetimleri ve polisiye baskı ikliminin, daha ticaret şehri görünümündeki başkent Urumçi’de olmaması; taşrada sürekli kapalı tutulan (namaz vaktinde dahi açılmayan) camilerin Urumçi’de en azından vakit namazlarında açık tutulması. Keza Urumçi’deki otokton Çinli Hui Müslümanların daha serbest hareket edebilmesine mukabil bölge genelinde Uygurların camilerden uzak tutulması, sakal ve başörtüsü gibi sembollerin camilerde bile çok nadiren görülmesi, kadınlar için namaz yerlerinin olmaması, camilere girişte bir nevi akreditasyon uygulanması, gençlerin özellikle uzak durması (veya bundan çekinmesi), kilitli camiler, yok edilen veya izleri silinen mabetler, ezan sesi duyulmayan ve sessizce namaz kılınan camiler… Dindar kimliği ve hassasiyetleriyle tanınan Kılınç’ın kaleminden bir nevi ağıt gibi aslında anlattığı her bir sahne.
Kitapta dikkatimi çeken bir başka sosyolojik olgu da kadim medeniyet şehirlerinin tarihî merkez mahallelerinin –bilinçli veya değil- özellikle kaldırılıp yerine büyük alışveriş merkezleri ve konutlar yapılması. Benzer şekilde Uygurların, çoğunluk olduğu yerlerde bile merkezden uzağa “itilmesine” mukabil, bölgedeki kasabalara kadar her bir yerleşime yoğun şekilde Han-soylu Çinli nüfusun getirilmesi ve demografik işgal uygulamalarına benzer pratikler. Bu hususlarda anlatılanları daha değerli kılan husussa şüphesiz, bu sahneleri bizzat yaşayan hatta bir kısmını fotoğraflayan yazar tarafından kaleme alınması, başka birinin tanıklığından ziyade doğrudan sahadaki kendi gözlemlerine dayanması.
Zaten kitabı yazış amacını da böyle tanımlıyor Kılınç: “Şimdi devam eden süreçlerin somut neticelerini kendi gözleriyle görecek olan istikbaldeki insanların, 2025 yılında bölgeyi adımlamış birinin gözlemlerini okumaları ve satır aralarında ipuçlarını yakalamaları.” Kitaptaki gözlemlerin ve belgelemelerin amacı daha ziyade bu bilinç esasen. Ve satır aralarında biraz da sitemle, Çin tarafından turistik geziler çerçevesinde bölgeye götürülen gazeteci, yazar vs. gibi kimselerin “ABD propagandasına kanmayın, burada her şey güllük gülistanlık” söylemine içerleme var: “İyiniyetli olsanız dahi, dini ve milli hassasiyetiniz yoksa bölgede Uygurlara uygulanan yaklaşımı anlamak için nereye bakacağınızı, bakmanız gerektiğini bilmezseniz, olan biteni görmezsiniz, göremezsiniz.”
Taha Kılınç, şikayet ettiği “turist kafilelerinin” aksine, nereye bakacağını bilen bir gözün aynı coğrafyayı nasıl gezip görmesi gerektiğini de uygulamalı olarak gösteriyor esasen.
***
Kaynaklar
[1] Tahir Hamut İzgil (2025), Gece Yarısı Tutuklanmayı Beklemek & Bir Uygur Şairinin Soykırım Tanıklıkları, (çev. Nur Ahmet Kurban), İstanbul: Timaş Kitap.
[2] Kurbancan Samat (2015), Ben Xinjiang’dan Geldim & İpek Yolu’nun İncisi Xinjiang, (çev. Gizem Kayan), İstanbul: Canut Yayınevi.
[3] Taha Kılınç (2025), Kayıp Coğrafyanın İzinde & Doğu Türkistan Seyahatnamesi, İstanbul: Ketebe Kitap.