Yevgeni Primakov ve “Rusların Gözünden Ortadoğu”: İdeolojiden Pragmatizme

Soğuk Savaş döneminde Moskova’nın Ortadoğu politikası temelde iki aks üzerinden belirlenip icra edilmekteydi: Batı emperyalizmine karşı bir cephe oluşturma ve bölgede kendi nüfuz alanını tesis etme. Bu politikanın belirleyici ve sahada uygulayıcı aktörlerinden biri, sonradan Moskova’da Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak da görev yapacak olan, Yevgeni Primakov’du. Primakov’un 2006’da Rusçası, 2009’da İngilizcesi yayınlanan bu döneme ilişkin anıları, Rusların Gözüyle Ortadoğu başlığıyla 2009’da Türkçeye de çevrilmişti.[1]

Primakov’un diplomatik anıları ve dönem tanıklığı, sadece bir diplomatın anılarını değil, aynı zamanda Soğuk Savaş döneminde Kremlin’in Ortadoğu politikasını şekillendiren çelişkili stratejilerin bir dökümünü de sunar. Kitap, Sovyetler Birliği’nin (SSCB) başlangıçtaki “Batı emperyalizmine karşı cephe oluşturma” ve “sosyalist etki alanı yaratma” gibi nispeten katı ideolojik hedeflerini, zaman içinde jeopolitik zorunluluklar ve stratejik kayıplar karşısında nasıl esnettiğini ve nihayetinde nasıl terk etmek durumunda kaldığını gözler önüne seren kritik birincil kaynak olarak karşımızda duruyor. Bu yazı vesilesiyle, Primakov’un anı ve gözlemlerinden yola çıkarak, kitaba ve döneme dair bazı hususlara temas edeceğim.

Primakov’un konumu ve anlatısının genel hatları

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir önceki yazıda vurguladığım gibi, Primakov’un kişisel konumundan dolayı eserindeki yazım usulü, bir akademisyen ve gazetecinin gözlem gücü ile Sovyet devletinin bir özel elçisi ve istihbarat analistinin (KGB) operasyonel bakış açısını birleştirir. Bu çift şapkalı rol, Primakov’a kendi görev ve bağlı olduğu sistemin hatalarını görmezden gelerek, başarısızlıkları ABD’nin agresifliği ve Arap liderlerin değişkenliği / ahmaklığı / kullanışlılığı üzerinden açıklama esnekliği tanır. Primakov, Sovyet dış politikasının kusurlarını örtmek için sıklıkla “zorunlu pragmatizm” ve “bölgesel müttefiklerin tutarsızlığı” kavramlarına doğrudan veya dolaylı olarak sığınır.

Ancak yine de belirtmek gerekir ki Primakov, herhangi bir Rus uzman veya diplomattan çok daha açık sözlülükle, yeri geldiğinde –muhtemelen rekabet içinde olduğu- Sovyet yetkililerin hata ve eksikliklerini de kayda geçirir. Bilhassa bazı kriz dönemlerinde Moskova’dan özel görevle gönderilen Primakov gibi etkili bir şahsiyetin, bölge başkentlerindeki Sovyet sefirlerle –muhtemelen kıskançlık ve rol kapma gibi basit insani reflekslerle- zaman zaman gerginlikler yaşadığı gibi hususlar metinde kendine yer bulmakta zorlanmaz. Bilhassa 1973’teki kriz sırasında Kahire’deki Sovyet sefirinin tavrını veya Moskova’daki üst düzey liderlere ulaşmasını engellemeye çalışan bürokratların tutumlarını okuyucuya şikâyet ederken (s. 178-180) bunda tereddüt etmez.

Primakov’un Moskova’da doğrudan Politbüro üyelerine (Brejnev, Gromiko, Andropov gibi) rapor verme ve onlardan talimat alma yetkisi, onu politikaların kritik bir uygulayıcısı haline getirmişti. Primakov, sadece devlet başkanları ile değil, FKÖ lideri Yaser Arafat’tan Kemal Canbolat ve Molla Mustafa Barzani’ye kadar geniş bir yelpazedeki aktörlerle de yakın beşeri ve diplomatik ilişkiler kurmuştur. Bu anılar, ideolojik retoriğin sahada zorlu jeopolitik çıkarlara tahvil edilmeye çalışıldığını gösterirken; Sovyet dış politikasının eleştirildiği hemen her noktada biraz da refleks mahiyetinde, sorumluluğu dolaylı olarak Batı’nın stratejik manevralarına veya Moskova’nın bölgedeki müttefiklerinin tutarsızlığına yükler (örneğin s. 21-24; 167-176).

Arap-İsrail çatışması, imkânlar ve diplomatik hezimet

Ortadoğu, SSCB için bilhassa 1950’ler ve 1960’larda sadece ABD’yi dengeleme aracı değil, aynı zamanda “anti-emperyalist mücadelenin ideolojik sahası” olarak da görülüyor, Sovyet modelinin sosyalist hareketlerce bölgede de izlenip örnek alınacağına dair beklentiler, Moskova’da sahadan habersiz ideologların zihnini süslüyordu. Primakov’un anlatımı, bu ideolojik angajmanın iki büyük savaş felaketinin ardından nasıl mecburi bir geri çekilişe dönüştüğünü gösterirken, kriz anlarındaki Sovyet stratejik sınırlamalarını örtbas etme, görmezden gelme veya sonuçları başka faktörlere bağlama eğilimi taşır.

1967’deki Altı Gün Savaşı ve Nâsır’ın hayal kırıklığı, bu açıdan detaylı şekilde aktarılır. Bölgedeki anti-emperyalist bloklaşma dönemi (1956-1973), Cemal Abdülnâsır liderliğindeki Mısır’a 1956 Süveyş Krizi’nden itibaren yapılan kapsamlı askerî ve ekonomik destekle 1960’larda zirveye ulaşmıştı. Ancak Primakov’un anıları, 1967’deki ağır yenilgi sonrası Arap müttefiklerin Sovyet istihbaratını (ya da Sovyet askerî doktrinini) sorguladığını, SSCB’nin ise bu fiyaskonun sorumluluğunu Arap ordularının hazırlıksızlığına ve hızlı tepki verememesine yüklediğini açıkça gösterir. Primakov, bu dönemde dahi SSCB’nin “güvenilir müttefik” rolünü üstlenerek hızla yeniden silahlanma ve silah temin etme sürecine girdiğini belirtmekle, aslında Moskova’nın kendi askerî teknolojisinin ve eğitiminin yetersizliğini gözardı eder. Kimi zaman da “silahlar Sovyet üretimiydi, ama bunları kullananlar Arap’tı” diyerek özcü bir mantıkla mazeret üretmeye yönelir. Bu savunmacı tutum, Arap milliyetçiliğinin ideolojik ağırlığını Sovyetler’in zafiyetlerinin önüne koyduğu gibi, Arap tarafındaki hayal kırıklıklarını da görmezden gelir. Bunun nasıl sonuçlara yol açtığını, Ortadoğu’daki etkisini yitirdiğinde Moskova acı şekilde tecrübe edecektir.

Suriye ile Mısır’ın 1967’de kaybettikleri toprakları geri almak amacıyla İsrail’e saldırdığı 1973 Yom Kippur Savaşı da ABD’nin suçlanması ve Enver Sedat’ın ikircikli tutumuna tüm sorumluluğun yüklendiği ilginç bir örneklik oluşturur. Primakov’un anıları, 1973 Yom Kippur Savaşı sırasında yaşananları detaylandırırken, Sovyet askerî desteği ve istihbaratının Arap müttefiklerinin kapasitesi üzerinde olumlu anlamda belirleyici olamadığını ortaya koyar. Ancak Primakov, bu yetersizliği eleştirmek yerine, dikkati ABD’ye çevirir. Primakov’a göre, savaşın kritik bir anında ABD’nin küresel çapta stratejik kuvvetlerini yüksek teyakkuza geçirmesi (kitapta nükleer bir çatışma tehdidi olarak dolaylı yoldan vurgulanan kriz tırmanışı), krizin asıl tehlikeli boyutunu oluşturmuş ve Sovyetler’i barışa ve geri adım atmaya zorlayan tarafın ABD olduğu izlenimini yaratmıştır. Primakov, bu zorunluluğu, ABD’nin provokasyonları karşısında küresel bir nükleer savaşı tetiklememe gibi ulvi bir misyon olarak sunar (s. 199-210). Bu durum, SSCB’nin bölgedeki birincil hedefinin “devrimci hareketleri destekleme”den, “küresel süper güç statüsünü koruma pahasına statükoyu muhafaza etmeye” dönüştüğünün somut kanıtıdır. Bunda Realist güç paradigması açısından şaşılacak bir sonuç yoktur; ancak Primakov’un, bazı Arap liderlerin tercihlerini bu saha şartlarının öncelikle etkilediğini ve SSCB’den uzaklaşarak ABD’ye yaklaşma dinamiklerini görmezden gelmesi dikkat çekicidir.

Primakov’un satır aralarında hissedilen en büyük hayal kırıklıklarından biri, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın savaş sonrası başlattığı mekik diplomasisinin etkinliğine karşı duyulan, gıpta ile karışık kıskançlıktır. Primakov, Kissinger’ın bölgesel sorunları tek tek ele alarak Sovyetler’i dışlayan diplomatik manevralarını detaylandırırken, SSCB’nin askerî eşitliğe rağmen diplomatik alanda nasıl etkisiz kaldığını kabul etmek zorunda kalır. Primakov, Kissinger’ın taktiklerini sıklıkla “oportünist” ve “tek taraflı” olarak nitelendirir; ancak bu eleştirinin altında, Sovyet sisteminin esneklik ve kişisel inisiyatif eksikliğinden dolayı ABD’nin diplomatik başarısını tekrarlayamamış olmanın verdiği hayal kırıklığı yatar. Kissinger’ın bu süreçteki başarısı, Primakov’un gözünde, Moskova’nın ideolojik ve askerî yatırımlarının, ABD’nin pragmatik ve kişisel diplomasi yeteneği karşısında nasıl boşa çıktığını acı bir şekilde gösteren bir sahne olarak okuyucunun dikkatini çeker. Şüphesiz Primakov da Moskova’daki kendi üst düzey karar alıcılarına, Kissinger’ın ABD başkanlarına olan yakınlığı ölçüsünde yakın ve belirleyici olmayı hayal etmiş ve buna hayıflanmış olsa gerektir.

Primakov’un bölgedeki önemli liderlerle ilişkileri ve sürece etkisi

Primakov’un Arap liderlerle kurduğu şahsi bağlar, bir yandan Kremlin’in Ortadoğu’daki siyasetinin doğasını anlamak için verimli bir zemin sunarken, diğer yandan Sovyet politikalarının değişen bölgesel dinamikler karşısındaki stratejik zaaflarını da ortaya çıkarır. Ancak Primakov, bu zaafların nedenini çoğunlukla Arap liderlerin ulusal çıkarcılığına, şahsi yetersizliklerine veya ABD tarafından yönlendirilmeye açık olmalarına bağlar. Bu yaklaşımsa dikkatli okuyucuda, SSCB’nin yetersiz politikalarını, ikna edicilik sorununu ve bir yönüyle de ideolojik tutarsızlığını maskelemeye çalıştığı hissiyatı oluşturur.

Örneğin Primakov, Nâsır’ın ölümünden sonra göreve gelen Enver Sedat’ın Temmuz 1972’de Sovyet askerî danışmanlarını aniden sınır dışı etmesiyle başlayan süreci ayrıntılarıyla anlatır. Primakov, bu olayı “anti-emperyalist bloklaşma” dönemi stratejisinin kesin başarısızlığı olarak kabul etmekle birlikte, esas eleştiriyi Moskova’ya değil, Sedat’a yöneltir. Primakov’un anlatımı, Sedat’ın Sovyetler’in desteğinden faydalandıktan sonra, bölgesel denklemde “denge politikası” adı altında ABD’ye yönelmesindeki ikircikliliği sayfalar boyunca vurgular (s. 187-198). Primakov için bu olay, sistemik bir hatadan ziyade, bir müttefikin siyasi oportünizmine dayanan bir ihanet hikâyesidir. Nâsır döneminin ideolojik saflığını öne çıkararak, Sedat’ın eylemini daha da keskin bir kırılma olarak resmeder. Sonuçta da Sedat “o çok güvendiği Amerikalılar tarafından yarı yolda bırakılmıştır”; Primakov’un anlatısı bu mesajı verir.

Primakov’un Saddam Hüseyin yönetimindeki Baasçı Irak ile kurduğu ilişki, SSCB’nin ideolojik olarak sosyalist olmayan bir rejime verdiği devasa askerî desteğin boyutlarını da yansıtır. Bu yeni ilişki biçimi, aynı zamanda 1973 sonrası izlenen pragmatik çizginin zirvesini de oluşturur. Daha çarpıcı olanı, Primakov’un kitapta değindiği Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürt hareketiyle olan hassas dengedir. SSCB, Kürt milliyetçiliğini destekleme potansiyeli olmasına rağmen, bölgesel istikrar ve ABD etkisini dengeleme adına Bağdat’taki merkezî hükümeti (Saddam) desteklemiş, kendisine daha yakın duran ideolojik bir müttefiki (Kürt devrimci hareketi) jeopolitik zorunluluklara kurban etmişti.

Mısır’ın Camp David süreciyle birlikte kaybından sonra Hafız Esad yönetimindeki Suriye, SSCB’nin bölgede ABD ve İsrail’e karşı askerî dengeyi sürdürmek için tek vazgeçilmez stratejik müttefiki haline gelmişti. Bu ilişki, ideolojiden ziyade zorunlu jeopolitik denge üzerine kuruluydu. Primakov, 1970’lerdeki Lübnan İç Savaşı sırasında ise, ülkedeki çeşitli fraksiyonlar ve liderlerle (örneğin Canbolat ailesi, Franjiye klanı ve Falanjist liderler) temaslarını aktarırken, kaosu İsrail ve ABD’nin bölgedeki vekâlet savaşlarına bağlama eğilimindedir. Yasir Arafat ile ilişkisi de bu pragmatizmin süzgecinden geçer; Primakov, FKÖ’nün Sovyet stratejisine tam olarak uymayan eylemlerini (Lübnan’daki iç savaşta aldığı pozisyonlar) eleştirerek, “Arap müttefiklerin disiplinsizliği ve başına buyrukluğu” anlatısını destekler.

Primakov, Yasir Arafat ile yakın kişisel bağlar kurarak Sovyet desteğinin kanalize edilmesinde hayati rol oynamıştı. Kitap, Primakov’un FKÖ’yü Sovyet politikasına uyumlu hale getirme çabaları ile Arafat’ın bağımsız hareket etme eğilimi arasındaki sürekli sürtüşmeleri eleştirel bir dille aktarır. Primakov bu durumu, Arafat’ın bazen Sovyet önerilerini görmezden gelmesi olarak yorumlayarak, hataları Filistinli liderin tutarsızlığına yükler. Bu, Kremlin’in müttefiklerini tam anlamıyla kontrol edemediğinin de bir itirafıdır aslında.

Primakov, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Batı ile yakın ilişkilerine, ABD’nin bu ülkedeki baskın etkisine ve bölgede ABD adına üstlendiği polislik/jandarmalık rolüne de değinir. Ancak 1979 İslam Devrimi sonrasında SSCB’nin tutumu, büyük ölçüde ideolojik bir karmaşayı işaret eder. SSCB, devrimin anti-Amerikancı çizgisine atıf yaparken, bir yandan da yeni İslami rejimden dolayı Afganistan’a yayılma ihtimali olan radikalizme karşı temkinli yaklaşır. Primakov’un anlatımı, Sovyetler’in, komşuluk ilişkilerini ve Basra Körfezi’ndeki jeopolitik çıkarlarını korumak adına, İran-Irak Savaşı’nda dahi ideolojik pozisyon almak yerine askerî dengeyi korumaya odaklandığını ve ABD’yi dengelemeyi öncelediğini gösterir.

Moskova’daki liderlerle doğrudan bağlantılar ve müdahil olunan olaylar

Primakov’un kitabındaki en değerli kısımlar arasında, onun Moskova’daki Sovyet liderlere (Brejnev, Andropov, Gromiko, Kosigin ve diğer yöneticiler) doğrudan sunduğu raporlar ve bu raporların Politbüro kararlarına yansıması da yer alır. Bu açıdan bakılınca, Neo-Klasik Realizm’de vurgulanan stratejik kültür, liderlik özellikleri, kurumlar arası ilişkiler, elitler arası ihtilaflar gibi iç siyasi dinamiklerin karar alma süreçlerine nasıl ve ne şekilde yansıdığını krizler ve makro siyasi gelişmeler özelinde takip edebilmek mümkün.

Primakov, kriz anlarında Sovyet liderliğinin talimatlarını Arap başkentlerine bizzat iletiyor, Ortadoğu’da Nâsır, Enver Sedat, Hafız Esad, Saddam Hüseyin, Yasir Arafat, Kral Hüseyin gibi liderlerle doğrudan görüşerek Kremlin’in pozisyonunu aktarıyor, yerine göre gözdağı veriyor veya “talimatları” aktarıyordu. Bu durum, Moskova’nın Ortadoğu’yu sadece ideolojik bir bölge olarak değil, aynı zamanda küresel stratejinin anlık olarak yönetildiği bir kriz yönetim alanı olarak gördüğünü de kanıtlar. Primakov’un bu olaylara müdahil oluşu, SSCB’nin küresel bir güç olarak kendini kanıtlama çabasının ve buna yönelik olarak yarattığı jeopolitik angajman geleneğinin de somut örneğidir.

Primakov’un mirası ve Kremlin’in Ortadoğu politikalarında aktörlük dönüşümü

Primakov’un Rusların Gözüyle Ortadoğu eseri, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki macerasının, yüksek ideolojik iddialarla başlayıp, stratejik kayıplar ve jeopolitik pragmatizmle sonuçlanan bir gerileme hikâyesi olduğunu biraz daha somutlaştırır. Mısır’ın (Enver Sedat döneminde) ve kısmen Irak’ın (Saddam’ın bağımsız hareketleri) kaybı, Arap-İsrail savaşlarındaki sınırlı etki ve ideolojik arkaplanı olmayan zorunlu ittifaklar; SSCB’nin bölgedeki etkisinin, Arap milliyetçiliğinin çıkarcılığı ve ABD’nin askerî ve diplomatik üstünlüğü karşısında nasıl adım adım aşındığını gözler önüne serer.

Kitabın süpergüçlerin makro politik çatışmaları açısından en önemli çıkarımı belki de şudur: SSCB, anti-emperyalist cephe kurma gayretiyle Ortadoğu’yu süpergüç rekabetinin sahnesi haline getirmeyi başarmış olsa da, burada ne sosyalist bir etki alanı yaratabilmiş ne de kilit Arap müttefiklerini elinde tutabilmişti. Bu bölgesel aşınma, Primakov’un kitabının da gösterdiği gibi, 1979 Afganistan işgalinin getirdiği itibar kaybıyla hızlandı ve SSCB’nin Ortadoğu’daki gücünün azalması, doğrudan küresel ölçekte süpergüç statüsünün zemininin de aşınmasına yol açarak nihai çözülüşe giden yolu açtı. Primakov’un içeriden tanıklığı, bölgesel politikadaki bu başarısızlıkları, kendi sisteminden çok ABD’nin provokasyonları veya aldatmaları, İsrail’in askerî gücü, Kissinger’ın kişisel inisiyatifleri ve Arap müttefiklerin tutarsızlığına bağlama eğilimiyle, bu dönemin karmaşık diplomatik tarihine birincil ancak savunmacı bir perspektiften ışık tutar. Primakov’un anıları, sonuç olarak, Kremlin’in ideolojik birikimini stratejik bir mirasa dönüştürmekte nasıl başarısız olduğunun, dönemin etkili bir aktörünün ağzından bir nevi otobiyografisi niteliğindedir.

[1] Yevgeni Primakov (2009), Rusların Gözüyle Ortadoğu, (çev. Olga Tezcan), İstanbul: Timaş Yayınları.

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Yevgeni Primakov ve Sovyetlerden Rusya’ya Kremlin’in Ortadoğu Siyaseti

Rus dış politikası üzerine önemli uzmanlardan biri olan Dmitri Trenin, 2010 yılı sonunda başlayan Arap Ayaklanmaları sürecinde Kremlin’in...

Auschwitz, Yahudiler, Müslümanlar ve “Düşman” Olmak

Samî ırkından gelen iki akraba topluluk ve iki semavi dinin temsilcisi olarak Yahudilerle Müslüman Araplar arasında, bilhassa 20....

Türk Akademisindeki En “Cins” Kafalardan Biri: Sencer Divitçioğlu

Genel itibariyle birbirini biteviye tekrar etmenin ötesine gitmeyen akademik camiamızda, farklı bir şeyler söyleyen, rutin çalışmaların ötesine geçip...

Çin, Doğu Türkistan Meselesi ve Uygurlar II – Sahadaki...

Doğu Türkistan ve Uygurlar meselesiyle ilgili olarak, bir önceki yazıda (https://ekopolitik.org.tr/cin-dogu-turkistan-meselesi-ve-uygurlar-i-isin-dogrusu-ne-mehmet-akif-koc-ekopolitik/) bölgesel ve küresel dengelere değinmiş, Çin’in bölgeye...

Çin, Doğu Türkistan Meselesi ve Uygurlar I – İşin...

Türkiye’nin resmî dış politik gündeminde değilse de kamuoyunun kendi gündeminde son on yıldır en tepede olan dış meselelerin...

ABD-İsrail’in Gazze Ültimatomu: Filistin’in Geleceğinde Ne Var?

ABD Başkanı Trump, Gazze’deki katliamın gölgesinde son günlerde iki kritik görüşme yaptı. İlkinde, 23 Eylül’de BM Genel Kurulu...

BM’nin yolculuğu: İmparatorluktan Barış İdealine ve Nihayet Hükümsüz Kalmaya

ABD Başkanı Donald Trump, 23 Eylül 2025 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, o alışıldık tavırları...

Birinci Dünya Savaşı’nı Almanlar mı Başlattı? Durkheim’ın Penceresinden Bir...

Modern dönem tarihinin ilk küresel savaşı olarak nitelendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak içinde bulunduğumuz Ortadoğu...

“Onbaşının Karısı” ya da İran’a İngiliz Gözlüğüyle Bakmak

Gerald Seymour (1941), Soğuk Savaş döneminde, 1960’larda gazetecilikle başlayan kariyerinde, zaman içinde önemli bir polisiye gerilim ve casusluk...

“Lozan Hezimet Mi Zafer Mi?” Tartışmalarına Alternatif Bir Bakış

Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat...

Filistin Meselesi’nin En Kritik Dönemi: 1948’de Kudüs’te Ne Oldu?

İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü...

Hakikat arayışçısı bir Iraklı-Yahudi entelektüel: Avi Shlaim ve Üç...

Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel...

Enver Paşa’nın Moskova Günleri: ABD’li Bir Gazetecinin Tanıklığı

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri...

Sultan Galiyev: 1917 Bolşevik Devrimi’nin Türk İkonu

1917 Bolşevik Devrimi, şüphesiz tarihin en büyük devrimleri arasında; hatta 1789 Fransız Devrimi’nin ardından en fazla sınır aşan...

“Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları”: Göz önünde ama görünmez dervişler

Tasavvuf, günümüzde çoğunlukla yanlış anlaşılan ve hemen herkesin kendi meşrebine göre kimi zaman hayranlıkla kim zaman kuşkuyla andığı,...

Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric...

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...