Türk Hukukunda Lekelenmeme Hakkı, Masumiyet Karinesi ve Soruşturma Gizliliğinin Medya Yoluyla İhlali
GİRİŞ
Ceza muhakemesi hukuku, devletin bireyin temel hak ve özgürlüklerine en yoğun ve en sert biçimde müdahale ettiği hukuk alanıdır. Bu alan, bir yandan suçla etkin mücadeleyi, diğer yandan ise bireyin insan onuru, kişilik hakları ve özgürlüklerinin korunmasını aynı anda gerçekleştirme yükümlülüğü taşır. İşte bu ikili yapı, ceza muhakemesini anayasal ilkelerle sıkı sıkıya bağlı kılar. Bu anayasal ilkelerin başında masumiyet karinesi gelmektedir. Masumiyet karinesi, yalnızca yürütülecek kovuşturma sonucunda verilecek hükme ilişkin teknik bir ilke değildir; bireyin soruşturma evresinde suç isnadıyla ilk temas ettiği andan itibaren devletin tüm adli soruşturmacı birimlerini ve diğer organlarını bağlayan, etik, anayasal ve evrensel bir güvencedir. Masumiyet karinesinin doğal ve zorunlu sonucu ise lekelenmeme hakkıdır.
Lekelenmeme hakkı, kişinin henüz hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmadan, toplum nezdinde suçlu gibi gösterilmemesini ifade eder. Bu hak, bireyin yalnızca hukuki statüsünü değil; sosyal ilişkilerini, mesleki itibarını, ailesel bağlarını ve psikolojik bütünlüğünü doğrudan etkiler. Ne var ki Türkiye’de son yıllarda, özellikle yüksek profilli veya kamuoyunun ilgisini çeken soruşturmalarda, soruşturma gizliliği ilkesinin sistematik biçimde ihlal edildiği gözlemlenmektedir. Henüz soruşturma aşamasında bulunan dosyalara ait iddialar, ifade tutanakları, gözaltı gerekçeleri ve hatta deliller, şüpheli veya müdafi dosyaya erişemezken medya organlarında ayrıntılı biçimde yer almaktadır. Bu durum şu temel sorunu ortaya çıkarmaktadır: Hukuken masum sayılan bireyler, yargı kararı olmaksızın fiilen mahkûm edilmektedir. Bu fiilî mahkûmiyet, çoğu zaman yargılamanın sonucundan bağımsız olarak bireyin hayatında kalıcı tahribatlar yaratmaktadır. Nitekim beraat kararları dahi, medya yoluyla oluşmuş “suçlu algısını” ortadan kaldırmakta yetersiz kalmaktadır. Lekelenmeme hakkı ihlal edilen birey, çoğu zaman işini kaybetmekte, sosyal çevresinden dışlanmakta, ailesel ilişkilerinde onarılması güç zararlar görmekte, psikolojik travmalar yaşamaktadır. Bu zararların büyük bir kısmı, yargılamanın sonucundan bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Lekelenmeme Hakkı masumiyet karinesinin toplumsal ve fiilî boyutudur. Bu hak, bireyin yalnızca mahkeme önünde değil, toplum nezdinde de masum kabul edilmesini ifade eder. Ceza Muhakemesi Hukukuna göre: Soruşturma ve kovuşturma işlemleri sırasında, kişilerin lekelenmeme hakkına saygı gösterilir. CMK 157. Maddedeki düzenleme, soruşturma gizliliğinin yalnızca delil güvenliğine yönelik olmadığını, esasen kişilik haklarını koruma amacını taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır. Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin 27. maddesinde ‘‘Soruşturmanın gizliliğinin uygulanması’’ başlığı altında; ‘‘Suçluluğu bir yargı hükmüne bağlanana kadar kişinin masumiyeti esastır ve soruşturma evresi gizlidir. Bu nedenle, soruşturma evresinde gözaltındaki bir kişinin “suçlu” olarak kamuoyuna duyurulmasına, basın önüne çıkartılmasına, kişilerin basınla sorulu cevaplı görüştürülmelerine, görüntülerinin alınmasına, teşhir edilmelerine sebebiyet verilmez ve soruşturma evrakı hiçbir şekilde yayımlanamaz.’’ şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir.
Masumiyet karinesi, Türk hukukunda açık, emredici ve bağlayıcı bir anayasal normdur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” hükmüne yer verilerek bu ilke anayasal güvence altına alınmıştır (Anayasa m. 38/4). Bu düzenleme, yalnızca mahkemelerin hüküm tesis ederken uyması gereken dar kapsamlı bir ilke olmayıp; Anayasa’nın bağlayıcılığına ilişkin 11. maddesi gereğince yasama, yürütme ve yargı organları ile kamu gücü kullanan tüm kişi ve kurumları kapsayan genel ve objektif bir yükümlülük doğurmaktadır (Anayasa m.11). Bu nedenle masumiyet karinesi; Cumhuriyet savcılarını, kolluk kuvvetlerini, idareyi ve devlet adına hareket eden tüm makamları doğrudan bağlayan anayasal bir norm niteliğindedir.
Anayasal güvence altına alınan bu hak, bireyin şeref ve itibarı ile maddi ve manevi varlığının korunmasıyla doğrudan bağlantılı, anayasal ve uluslararası düzeyde tanınmış bir insan hakkıdır. Bu niteliği itibarıyla söz konusu hak, yalnızca yargı mercileri bakımından değil, kamuoyu üzerinde belirleyici etkiye sahip olan basın ve yayın faaliyetleri bakımından da saygı gösterilmesi ve gözetilmesi gereken bir temel hak alanı oluşturmaktadır. Nitekim masumiyet karinesinin yalnızca yargı mercilerini değil, basın ve yayın faaliyetleri dâhil olmak üzere tüm kamusal alanı bağlayan anayasal bir ilke olduğu; bu ilkenin basın bakımından bağlayıcılığının ise meslek ilkeleri ve etik düzenlemeler aracılığıyla açıkça somutlaştırıldığı görülmektedir. Bu çerçevede, Basın Konseyi tarafından uygulanan Basın Meslek İlkeleri’nin 9. maddesinde; “Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse suçlu ilan edilemez” hükmüne yer verilerek, masumiyet karinesinin basın faaliyetleri bakımından da bağlayıcı olduğu açıkça kabul edilmiştir.
Benzer şekilde, Basın İlan Kurumu’nun 18.11.1994 tarihli ve 129 sayılı Genel Kurul Kararı ile benimsenen Basın Ahlâk Esasları’nın 1/c maddesinde; “Hiç kimse, suçlu olduğu kesin yargı kararıyla belirtilmedikçe suçlu olarak ilân edilemez; cezai soruşturma aşamasında veya devam eden davaların konusu olan olaylarla ilgili haber veya yorumlarda suçsuzluk ilkesi ihlâl edilemez”
şeklindeki düzenlemeye yer verilmiştir. Keza Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından kabul edilen Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde, “Gazetecinin Doğru Davranış Kuralları” başlığı altında; “Gazeteci yargı sürecinde taraf olmamalıdır. Yargı kararı kesinleşmedikçe, şüpheli ya da sanık suçlu ilan edilmemelidir” ilkesi açıkça benimsenmiştir.
Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde; masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkının, basın bakımından da gözetilmesi gereken bir insan hakkı olduğu ve söz konusu etik ve kurumsal düzenlemelerin, bu hakkın basın alanındaki normatif yansıması ve somut güvencesi olarak ihdas edildiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen uygulamada, ceza muhakemesine ilişkin bilgi ve belgelerin basın yoluyla yaygın biçimde paylaşıldığı ve etik ilkelerin aksine suçlayıcı haber dilinin kullanıldığı görülmektedir. Bu hal, ne yazıktır ki masumiyet karinesi ve buna bağlı lekelenmeme hakkının, anayasal ve etik güvencelere rağmen basın eliyle sistematik biçimde ihlal edildiği bir uygulama pratiğini ülkemizde hakim kılmaktadır.
Öte yandan masumiyet karinesinin ihlali, yalnızca bireysel bir temel hak ihlali olarak değerlendirilemez. Bu ihlal aynı zamanda hukuk devleti ilkesini zedeleyen yapısal bir sorun alanı yaratmaktadır. Nitekim Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu açıkça hükme bağlanmıştır (Anayasa m.2). Hukuk devleti; keyfîliğin değil, hukuki güvencelerin egemen olduğu, kamu gücünün hukukla sınırlandığı bir yönetim biçimini ifade eder. Soruşturma dosyalarına ait bilgilerin hukuka aykırı şekilde medyaya servis edilmesi, yargı süreçlerini kamuoyu baskısına açık hâle getirmekte ve bu yönüyle hukuk devleti ilkesini aşındırmaktadır. Masumiyet karinesi, insan onuru ve kişilik haklarıyla da doğrudan bağlantılıdır. Anayasa’nın 17. maddesi, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu güvence altına almaktadır (Anayasa m.17). Kişinin toplum nezdindeki itibarı, şerefi ve haysiyeti, bu anayasal güvencenin ayrılmaz bir parçasıdır. Henüz suçluluğu kesinleşmiş bir mahkeme kararıyla sabit olmayan bir kişinin medya yoluyla suçlu gibi sunulması, kişinin manevi varlığına ağır ve telafisi güç bir müdahale teşkil etmektedir.
Masumiyet karinesi, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de açıkça düzenlenmiştir. AİHS’nin 6. maddesinin ikinci fıkrasında, “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır” hükmüne yer verilmiştir (AİHS m.6/2). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına göre bu hüküm; yalnızca mahkemeleri değil, savcılık makamını, kolluk kuvvetlerini ve devlet adına açıklama yapan tüm yetkilileri bağlamaktadır. AİHM, masumiyet karinesini yalnızca “ihlal edilmemesi gereken” bir negatif yükümlülük olarak değil; aynı zamanda devletin ihlalleri önleyici etkili mekanizmalar kurmasını gerektiren bir pozitif yükümlülük alanı olarak değerlendirmektedir (Allenet de Ribemont v. Fransa, 1995). Bu çerçevede devletin; soruşturma gizliliğini etkin biçimde sağlaması, dosya bilgilerini hukuka aykırı biçimde sızdıran kamu görevlileri hakkında etkili soruşturma yürütmesi ve bireyin itibarını koruyacak hukuki ve idari mekanizmaları oluşturması gerekmektedir. Aksi hâlde masumiyet karinesinin korunmasına ilişkin pozitif devlet yükümlülüğü yerine getirilmiş sayılmaz (Daktaras v. Litvanya, 2000).
Türkiye’de soruşturma gizliliğinin ihlali, sıklıkla kamuoyunun bilgilendirilmesi, basın özgürlüğü veya toplumsal hassasiyet gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa Anayasa’nın 26. ve 28. maddeleriyle güvence altına alınan basın ve ifade özgürlüğü sınırsız değildir. Bu özgürlüklerin anayasal sınırını, başkalarının şöhret ve haklarının korunması oluşturmaktadır (Anayasa m.26, m.28). Masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı, basın özgürlüğü karşısında tali değil; anayasal ve uluslararası hukuk düzeyinde güçlü koruma altında bulunan birincil seviyede esas ve üstün değerlerdir. Masumiyet karinesi, klasik öğretide çoğunlukla birey merkezli bir güvence olarak ele alınmakta; suç isnadı altında bulunan kişinin kesinleşmiş bir mahkeme kararı bulunmadıkça masum sayılmasını ifade etmektedir.
Ancak çağdaş anayasa hukuku ve insan hakları hukuku perspektifinden bakıldığında bu ilkenin normatif işlevi daha geniştir. Masumiyet karinesi, yalnızca sanığın değil; yargı organlarının tarafsızlığına, adli kurumların dürüstlüğüne ve yargı aktörlerinin hukuka uygun davrandığına dair toplumsal varsayımı da güvence altına alan çift yönlü bir ilkedir. Bu bağlamda masumiyet karinesinin ihlali, yalnızca suç isnadı altında olan bireyin değil; ; soruşturma ve kovuşturma sürecinde yer alan hakimlerin, savcıların yanı sıra adli kurumların kurumsal itibarını da zedelemektedir. Yargıya duyulan toplumsal güven, hukuk devleti ilkesinin temel bileşenlerinden biridir. Bu güven; yalnızca verilen kararların sonucuna değil, yargılama sürecinin adil, tarafsız ve önyargısız yürütüldüğüne ilişkin kabule dayanır. Masumiyet karinesi, bu kabulün normatif temelini oluşturmaktadır.
Soruşturma veya kovuşturma aşamasında, kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmaksızın dosya bilgilerinin medyaya sızdırılması ya da masumiyet karinesi/lekelenme hakkını ihlal edici suçlayıcı beyanların dolaşıma sokulması, kamuoyunda adli makamların belirli bir sonuca peşinen ulaştığı algısını doğurabilmekte bu durum, hakim ve savcıların tarafsızlığına gölge düşürebilmekte; adli makamların kurumsal ciddiyetini tartışmalı hâle getirebilmektedir (Morais da Silva v. Portekiz, 2016). AİHM içtihadı, yargıya güvenin demokratik toplum düzeninin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mahkeme, masumiyet karinesinin ihlalini yalnızca bireysel bir hak ihlali olarak değil; yargı sisteminin bütününe yönelik yapısal bir sorun olarak değerlendirmektedir. Soruşturma aşamasında masumiyet karinesinin sistematik biçimde ihlal edilmesi, uzun vadede yargı organlarının kolektif itibarını aşındırmakta; yargı kararlarının meşruiyetini sorgulanır hâle getirmektedir.
Sonuç olarak masumiyet karinesi, yalnızca bireyi koruyan bir usul ilkesi değil; yargı düzeninin bütününü ayakta tutan, hukuk devleti ilkesinin kurucu unsurlarından biridir. Bu ilkenin ihlali, bireysel hak kaybının ötesinde, adalet sistemine duyulan güveni ve yargının meşruiyetini derinden sarsan anayasal bir sorun alanı yaratmaktadır (Anayasa m.2, m.11, m.17, m.38/4; AİHS m.6/2).
CEZA MUHAKEMESİ HUKUKUNDA SORUŞTURMA GİZLİLİĞİ
Ceza muhakemesi süreci, soruşturma ve kovuşturma olmak üzere iki temel evreden oluşur. Soruşturma evresi, suç şüphesinin öğrenilmesinden iddianamenin kabulüne kadar geçen ve esas itibarıyla Cumhuriyet savcısının yetki ve sorumluluğu altında yürütülen aşamadır (CMK m.2/1-e). Bu evrenin temel amacı maddi gerçeğin araştırılması, şüphelinin haklarının korunması, kamu davası açılıp açılmayacağına karar verilmesidir. Bu amaçların sağlıklı biçimde gerçekleştirilebilmesi için soruşturma evresinin gizli yürütülmesi esastır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 157. maddesi, soruşturma gizliliğini açık ve emredici biçimde düzenlemektedir: “Soruşturma işlemleri gizlidir.” (CMK, m. 157) Bu hüküm, soruşturma dosyasındaki bilgi ve belgelerin yetkisiz kişilerle paylaşılmasını, kamuoyuna açıklanmasını, medya aracılığıyla yayılmasını yasaklamaktadır. CMK dolaylı olarak lekelenmeme hakkına atıf yaparak, gizlilik ilkesinin kişilik haklarını koruyucu yönünü vurgulamaktadır. Buna göre soruşturma ve kovuşturma işlemleri sırasında kişilerin lekelenmeme hakkına saygı gösterilir. Bu düzenleme, Türk ceza muhakemesi hukukunda lekelenmeme hakkının kanuni dayanağını oluşturur (Yenisey & Nuhoğlu, 2022). Soruşturma gizliliği mutlak değildir; ancak bu durum, gizliliğin keyfî biçimde ortadan kaldırılabileceği anlamına gelmez. Gizliliğin sınırları şüphelinin savunma hakkı, müdafin dosyaya erişim hakkı, kanunun açıkça izin verdiği hâller ile sınırlıdır (Öztürk, Erdem & Özbek, 2021). Bunun dışında, özellikle medya ile paylaşım, gizlilik ilkesinin açık ihlalidir. Bu ihlal ile soruşturma aşamasında henüz suçluluğu hükmen sabit olmayan kişiler, kamuoyu nezdinde suçlu gibi lanse edilerek masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı fiilen ortadan kaldırılmaktadır.
Cumhuriyet savcısı, Anayasa’ya göre yargı yetkisini kullanan organlardan biridir (Anayasa m.9). Savcı, soruşturma evresinde delil toplama, ifade alma, koruma tedbirlerine başvurma yetkilerini kullanır. Bu yetkiler, yüksek düzeyde sorumluluk gerektirir. Dosya mahremiyetinin korunması, bu sorumluluğun ayrılmaz bir parçasıdır (Centel & Zafer, 2020). Soruşturma dosyasının içeriğinin yetkisiz kişilere sızdırılması durumunda, savcının sızıntının kaynağını araştırma, ilgili kamu görevlileri hakkında resen soruşturma başlatma, gerekirse disiplin ve ceza soruşturması açma yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu yükümlülük, pozitif devlet yükümlülüğünün bir yansımasıdır (AİHM, Allenet de Ribemont v. France, 1995). Ancak uygulamada savcıların bir kısmının dosya sızıntıları karşısında görevleri gereği hukuki adımları atmadıkları, görmezlikten ve bilmezlikten geldiği, hatta bu sızıntıların çoğu zaman fiilen tolere edildiği görülmektedir. Bu pasif tutum, soruşturma gizliliğinin korunmasına ilişkin devletin pozitif yükümlülüğünün yerine getirilmediğini göstermektedir.
Yargı mensuplarının sorumluluğu, hukuk devletinin en önemli denge mekanizmalarından biridir. Yargı bağımsızlığı, hâkim ve savcıların hiçbir baskı altında kalmadan karar vermesini sağlarken; yargısal sorumluluk ise bu bağımsızlığın keyfîliğe dönüşmesini engeller (Özbudun, Türk Anayasa Hukuku). Hâkimler ve savcılar, görevlerini Anayasa, kanunlar ve hukuka uygun biçimde yerine getirmekle yükümlüdürler. Ceza hukuku açısından en önemli norm, Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesidir. Bu maddeye göre, “Kanunda yazılı haller dışında, görevin gereklerine aykırı hareket eden kamu görevlisi, görevi kötüye kullanma suçunu işlemiş olur.” Bir savcının Anayasa ve kanunların gereklerine kasten ve bilerek uymaması, görevini “Anayasa’ya ve kanuna uygun olarak yerine getirmemesi” anlamına gelir. Bu durumda, fiil TCK m.257 kapsamında “görevi kötüye kullanma” suçunu oluştuğu söylenebilir. (Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları)
Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP), yargı faaliyetlerinin dijital ortamda yürütülmesini sağlayan bilişim sistemidir. UYAP üzerinden dosya içeriklerine erişim, belge üretimi, bilgi paylaşımı gerçekleştirilmektedir. Bu sistem, soruşturma gizliliği açısından hem kolaylaştırıcı hem de risk artırıcı bir işlev görmektedir (Kunter, Yenisey & Nuhoğlu, 2019). UYAP sisteminde her kullanıcının erişimi rol ve yetki bazlıdır. Ancak uygulamada geniş erişim yetkileri, yetersiz denetim, log kayıtlarının etkin incelenmemesi nedeniyle dosya sızıntılarının tespit edilmesi güçleşmektedir. Bu durum, soruşturma gizliliğinin yapısal bir zafiyetle ihlal edilmesine yol açmaktadır. Bu yapısal zafiyet açıktır ki hataları, münferit olmanın ötesine taşıyarak kişisel verilerin korunması, masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı bakımından ciddiyetle ele alınması gereken müdahale alanı yaratmaktadır. Zira Anayasa’nın 20. maddesi, kişisel verilerin korunmasını temel bir hak olarak düzenler: “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir.” (Anayasa, m.20) 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK), bu anayasal hükmün somutlaşmış hâlidir. Soruşturma dosyalarında yer alan ifade tutanakları, kimlik bilgileri, sağlık ve adli raporları kişisel veri, hatta çoğu zaman özel nitelikli kişisel veri niteliğindedir (KVKK, m.6).
Soruşturma gizliliği, kanuni ve anayasal bir zorunluluktur. Soruşturma dosyasında yer alan bilgilerin ilgisiz kişilerin eline geçmesi yalnızca usul ihlali değil cezai sorumluluk doğuran fiillerdir. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcısının bu gibi durumlardaki pasif duruşu, devletin soruşturmanın gizliliği bakımından kanuni ve anayasal yükümlülüğünü olan pozitif yükümlülüğünü ihlal eder. UYAP ve buna bağlı dijital sistemlere ilişkin etkin kontrol edilebilir denetim mekanizmaları oluşturulmadığı sürece gizlilik ihlallerinin oluşması kaçınılmazdır. Bu ihlaller, yalnızca usule ilişkin eksiklikler olarak değerlendirilemez. Zira soruşturma gizliliğinin ihlali kanun koyucu tarafından, anayasal ilkeler doğrultusunda, cezai yaptırıma bağlanmış fiiller arasındadır. Bu yönüyle soruşturma gizliliği, anayasa doğrultusunda ceza hukuku düzeyinde koruma altına alınmış temel bir güvencedir.
MASUMİYET KARİNESİ VE LEKELENMEME HAKKI TÜRKİYE UYGULAMASIYLA AHİM VE KARŞILAŞTIRMALI KARAR ANALİZLERİ
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2 maddesi, masumiyet karinesini şu şekilde düzenlemektedir: “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum sayılır.” (European Convention on Human Rights [ECHR], Art. 6/2) AİHM içtihadına göre bu hüküm sadece mahkeme kararlarını değil, yargılama öncesi aşamaları, devlet adına açıklama yapan tüm yetkilileri kapsar (Harris et al., 2018). Mahkeme, masumiyet karinesinin ihlalini değerlendirirken biçimsel değil, maddi etkiyi esas almaktadır. Yani bir açıklamanın “resmî karar” niteliğinde olup olmadığı değil; kamuoyunda yarattığı algı belirleyicidir. AİHM, masumiyet karinesi ile ifade özgürlüğü (AİHS m.10) arasında bir denge testi uygular. Ancak bu testte: Devlet yetkililerinin ifadeleri ve basın mensuplarının ifadelerine kıyasla çok daha sıkı bir denetime tabidir (Mowbray, 2012). Devlet adına konuşan kişilerin açıklamaları, “bilgilendirme” sınırını aştığında ihlal oluşur.
Allenet de Ribemont / Fransa (1995) olayı: Başvurucu Allenet de Ribemont, bir cinayet soruşturması kapsamında gözaltına alınmış; ancak henüz hakkında dava açılmadan Fransa İçişleri Bakanı ve üst düzey polis yetkilileri tarafından düzenlenen basın toplantısında “cinayetin azmettiricisi” olarak kamuoyuna sunulmuştur. AİHM, devlet yetkililerinin bu açıklamalarının başvurucuyu suçlu gibi gösterdiğini, yargılamanın sonucunu peşinen etkilediğini, kamuoyunda fiilî bir mahkûmiyet yarattığını tespit etmiştir (Allenet de Ribemont v. France, 1995). Mahkeme şu ilkeyi açıkça ortaya koymuştur: “Masumiyet karinesi, yargılamanın yalnızca mahkeme salonunda değil, kamuoyu önünde de korunmasını gerektirir.” Türkiye’de savcıların, kolluk amirlerinin veya siyasi aktörlerin soruşturma aşamasında yaptığı açıklamalar, bu karar ışığında doğrudan ihlal riski taşımaktadır. Letellier / Fransa (1991) olayında ise Letellier davasında başvurucu uzun süre tutuklu kalmış bu tutukluluk, kamuoyunun hassasiyeti ve suçun ağırlığı gerekçe gösterilerek sürdürülmüştür. AİHM, tutuklamanın kamuoyunu yatıştırma amacıyla kullanılamayacağını vurgulamıştır (Letellier v. France, 1991). Mahkeme, tutuklamanın peşin ceza hâline gelmesini masumiyet karinesine aykırı bulmuştur. Medya yoluyla oluşturulan algı, Türkiye’de çoğu zaman tutuklama kararlarını meşrulaştırıcı, yargı makamları üzerinde dolaylı baskı kurucu bir rol oynamaktadır. Bu durum Letellier içtihadıyla açıkça çelişmektedir. Daktaras / Litvanya (2000) olayı ise bu davada başsavcının, temyiz aşamasında yaptığı ve sanığın suçlu olduğunu ima eden açıklamalar incelenmiştir. AİHM, başsavcının açıklamalarını yargılamanın tarafsızlığına zarar verici, masumiyet karinesini ihlal edici bulmuştur (Daktaras v. Lithuania, 2000). Bu karar Türkiye’deki savcıların özel sorumluluğunu vurgulaması bakımından son derece önemlidir. Butkevičius / Litvanya (2002) olayında başvurucu, henüz yargılama başlamadan Başbakan tarafından “suçüstü yakalanan bir suçlu” olarak kamuoyuna duyurulmuştur. AİHM, siyasi makamların açıklamalarının da masumiyet karinesini ihlal edebileceğini açıkça kabul etmiştir (Butkevičius v. Lithuania, 2002).
Fiili mahkûmiyet kararı ve AHİM yaklaşımı. AİHM içtihadında açıkça ifade edilmese de doktrinde sıklıkla kullanılan bir kavram vardır: Fiilî (de facto) mahkûmiyet. Bu kavram, kişinin yargı kararı olmaksızın, medya ve kamuoyu yoluyla, toplumsal olarak suçlu ilan edilmesini ifade eder (Ashworth & Redmayne, 2019). AİHM kararlarında, fiilî mahkûmiyetin masumiyet karinesini anlamsızlaştırdığı, adil yargılanma hakkını zedelediği kabul edilmektedir.
5271 sayılı CMK sistematiğimizde soruşturma evresinin tabiri caiz ise “kralı” cumhuriyet savcısı olmasına rağmen soruşturma dosyasında yer alan bilgilerin ilgisiz kişilerin eline geçmesi ve sosyal medyada yayımı konularında çoğu zaman sessiz kalmakta, bilgilerin dosya dışına çıkarılması konusunda re’sen soruşturma başlatmamaktadır. Bu durum, AİHM’in pozitif yükümlülük anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Kolluk kuvvetlerinin gözaltı görüntüleri, operasyon detayları ve delillerle birlikte basına servis edilmesi, AİHM içtihadına göre masumiyet karinesinin ihlali, kişilik haklarının ağır zedelenmesi sonucunu doğurmaktadır.
TÜRKİYE’DE UYGULAMA VE GÜNCEL VAKA İNCELEMESİ
Türkiye’de yaygın bir pratik olarak ifade tutanaklarının kelimesi kelimesine basında yer aldığı, dosyada gizlilik kararı varken dahi detayların paylaşıldığı görülmektedir. Bu vakalarda savcılığın sessizliği, ihlalin kurumsallaşmasına yol açmaktadır. Beraat kararları çoğu zaman medyada yer almamakta, yer alsa dahi ilk haber kadar görünür olmamakta bu da lekelenmenin kalıcı hâle gelmesine neden olmaktadır. AİHM, masumiyet karinesini soruşturma aşamasına da güçlü biçimde teşmil etmektedir. Devlet yetkililerinin açıklamaları, ihlalin temel kaynağıdır, Türkiye uygulaması, AİHM standartlarının gerisindedir. Fiilî mahkûmiyet, lekelenmeme hakkını anlamsızlaştırmaktadır.
Türkiye’de ceza muhakemesi pratiğinde masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı ve soruşturma gizliliği ilkelerinin uygulamada ne ölçüde korunabildiği, güncel ve somut bir örnek üzerinden bu bölümde analiz edilmektedir. İnceleme konusu olay, yakın tarihte ülkemizde gündem olan gazeteci veya iş adamları hakkında yürütüldüğü kamuoyuna yansıyan bir soruşturma sürecinde, henüz suçluluğu hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmamasına rağmen, soruşturma dosyasına ait ifade, iddia, fotoğraf, video ve bilgi içeriklerinin basına sızdırılması ve haberleştirilmesidir. Bu analiz, ilgili kişi veya kişilerin suçlu ya da suçsuz olduğu yönünde herhangi bir değerlendirme içermemekte; yalnızca soruşturma sürecinin anayasal güvenceler, ceza muhakemesi hukuku ve Avrupa insan hakları standartları bakımından hukuka uygunluğunu ele almaktadır. Dolayısıyla inceleme, maddi ceza hukuku değil; usul güvenceleri ve temel haklar ekseninde yürütülmektedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak ele alındığı üzere masumiyet karinesi, Türk hukukunda Anayasa’nın 38/4. maddesinde açıkça düzenlenmiş olup, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar herkesin masum kabul edilmesini zorunlu kılar (Anayasa, m. 38/4). Bu ilke, yalnızca mahkemelerin hüküm verirken uyması gereken bir kural değil; soruşturma aşamasında savcılar, kolluk kuvvetleri ve devlet adına hareket eden tüm makamları bağlayan temel bir anayasal güvencedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/2. maddesi de masumiyet karinesini güvence altına almakta; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı bu ilkeyi soruşturma aşamasına kadar genişletmektedir. AİHM’e göre, masumiyet karinesinin ihlal edilip edilmediği değerlendirilirken, kullanılan ifadelerin şekli değil, kamuoyunda yarattığı algı belirleyicidir (Allenet de Ribemont v. France, 1995). Bu çerçevede, ilgililer hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmadığı hâlde, soruşturma dosyasına ait iddiaların ve ifade içeriklerinin basın yoluyla yayılması, kamuoyunda fiilî bir suçluluk algısı oluşturma riski taşımaktadır. AİHM içtihadına göre, bu tür bir algı dahi masumiyet karinesinin ihlali için yeterli kabul edilmektedir (Daktaras v. Lithuania, 2000). Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 157. maddesi, soruşturma işlemlerinin gizli olduğunu düzenlemekte, Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin 27. maddesinde ise kişilerin lekelenmeme hakkına saygı gösterilmesi gerektiğini açıkça vurgulamaktadır. Soruşturma dosyası hakkında gizlilik kararı verilmiş olması hâlinde, bu ilkenin ihlali daha da ağır bir hukuka aykırılık teşkil eder. Somut vaka bakımından dikkat çekici olan husus, şüpheli veya müdafinin dosyaya erişiminin sınırlı olduğu bir aşamada, basında soruşturma içeriğine ilişkin ayrıntılı bilgilere yer verilmesidir. Bu durum, soruşturma gizliliğinin münferit değil, yapısal ve sistematik biçimde ihlal edildiğine işaret etmektedir. Lekelenmeme hakkı bakımından ise bu tür yayınların yol açtığı zarar, çoğu zaman kalıcı nitelik taşımaktadır. AİHM, beraat kararı verilmiş olsa dahi, kamuoyu nezdinde oluşan suçluluk algısının her zaman giderilemediğini kabul etmektedir (Allen v. United Kingdom, 2013). Bu yönüyle vaka, lekelenmeme hakkının pratikte ne denli kırılgan olduğunu göstermektedir. Soruşturma dosyasına ait bilgi ve belgelerin basına sızdırılması, yalnızca etik bir sorun değil aynı zamanda ceza hukuku bakımından yaptırıma bağlanmış bir fiildir. Türk Ceza Kanunu’nda soruşturmanın gizliliğini ihlal (TCK m. 285) ve kişisel verilerin hukuka aykırı olarak verilmesi (TCK m. 136) suçları bu bağlamda önem taşımaktadır. AİHM içtihadı, devletin masumiyet karinesini koruma konusunda yalnızca pasif değil, aynı zamanda pozitif bir yükümlülüğe sahip olduğunu kabul etmektedir. Daktaras / Litvanya kararında Mahkeme, savcılık makamının soruşturma sürecinde yapılan suçlayıcı açıklamalardan ve bilgi sızıntılarından sorumlu tutulabileceğini açıkça ifade etmiştir (Daktaras v. Lithuania, 2000). Bu çerçevede, soruşturma dosyasına ait bilgilerin basında yer alması karşısında, yetkili makamların resen harekete geçmemesi, devletin pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediği yönünde ciddi hukuki tartışmalar doğurmaktadır.
Basın özgürlüğü, Anayasa’nın 28. maddesi ve AİHS’nin 10. maddesi kapsamında demokratik toplumun temel unsurlarından biridir. Bununla birlikte AİHM, basın özgürlüğünün masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı ve yargı bağımsızlığı pahasına kullanılamayacağını istikrarlı biçimde vurgulamaktadır (Letellier v. France, 1991). Soruşturma aşamasındaki yayınlar bakımından Mahkeme, denge testinin uygulanmasını zorunlu görmektedir. Bu testte, yayının kamu yararına katkısı, kullanılan dilin suçlayıcı niteliği, yargılamanın aşaması ve dosya hakkında gizlilik kararı bulunup bulunmadığı gibi ölçütler dikkate alınmaktadır. İncelenen vakada, bu ölçütlerin önemli bir kısmının ihlal yönünde olduğu görülmektedir. Bu vaka analizi, Türkiye’de masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkının uygulamada karşılaştığı yapısal sorunları somut biçimde ortaya koymaktadır. Kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmaksızın, soruşturma dosyasına ait bilgilerin basına sızdırılması; anayasal güvenceler, ceza muhakemesi hukuku ve AİHM içtihadı bakımından ciddi hak ihlali riskleri barındırmaktadır. Bu durum, yalnızca bireysel bir hak ihlali olarak değil; hukuk devleti ilkesine ve yargıya duyulan güvene yönelik sistematik bir tehdit olarak değerlendirilmelidir.
SORUŞTURMANIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL SUÇU (TCK m.285)
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 285. maddesinde düzenlenen soruşturmanın gizliliğini ihlal suçu, ceza muhakemesinin soruşturma ve kovuşturma evrelerinin sağlıklı ve hukuka uygun şekilde yürütülmesini güvence altına almayı amaçlamaktadır. Bu düzenleme ile yalnızca soruşturma faaliyetinin selameti değil, aynı zamanda şüpheli veya sanığın masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı ve kişilik hakları da koruma altına alınmıştır. TCK m.285 ile korunan hukuki değerin, maddi gerçeğe ulaşma amacına hizmet eden ceza muhakemesi faaliyetinin güvenliği ile birlikte, adil yargılanma hakkı kapsamında yer alan masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı olduğu kabul edilmektedir. Nitekim soruşturma evresi, henüz kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü bulunmadığından, bireyin suçlu olarak damgalanmasını engellemeye yönelik özel bir hassasiyet gerektirir. Bu yönüyle gizlilik ilkesi, adil yargılanma hakkının ayrılmaz bir unsurudur (Anayasa m.36; Anayasa m.38/4). Kanunun lafzı ve gerekçesinden açıkça anlaşılacağı üzere, soruşturmanın gizliliğini ihlal suçunun oluşabilmesi için, gizliliği ihlal eden fiilin, masumiyet karinesinden yararlanan kişinin haklarını zedeleyici nitelikte olması gerekir. Diğer bir ifadeyle, aleniyeti ihlal eden eylem sonucunda, şüpheli veya sanığın toplum nezdinde suçlu olarak algılanmasına yol açılması hâlinde suçun maddi unsuru gerçekleşmiş olur (TCK m.285). Bu kapsamda, TCK m.285’in beşinci fıkrasında, soruşturma veya kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olduğu izlenimini doğuracak şekilde görüntülerin yayımlanması açıkça suç olarak düzenlenmiştir. Burada failin kastı, yayımlanan görüntüler aracılığıyla ilgili kişilerin suçlu olarak algılanmasına neden olmaya yönelmiş olmalıdır. Yayınlanan görüntüler objektif olarak bu sonucu doğuruyorsa, suçun oluştuğu kabul edilir. Böyle bir durumda masumiyet karinesi ihlal edilmiş sayılacaktır (TCK m.285/5; Anayasa m.38/4).
Ayrıca Türk Ceza Kanunu, kişisel verilerin hukuka aykırı işlenmesini suç olarak düzenlemiştir. TCK m.135 Kişisel verilerin kaydedilmesi, TCK m.136 Kişisel verilerin hukuka aykırı olarak verilmesi veya ele geçirilmesi, TCK m.138 verilerin yok edilmemesini düzenlenmektedir. Soruşturma dosyasının basına servis edilmesi, çoğu durumda TCK m.136 kapsamında da suç oluşturur (Artuk, Gökcen & Yenidünya, 2023). Bu suçun faili, kolluk personeli, savcılık ve/veya kalem personeli, bilirkişiler, yetkisiz üçüncü kişiler olabilir. Basın özgürlüğü, demokratik toplumun vazgeçilmez unsurudur (Anayasa m.28; AİHS m.10). Ancak bu özgürlük masumiyet karinesini, kişilik haklarını, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak şekilde kullanılamaz (AİHM, Daktaras v. Lithuania, 2000). AİHM, soruşturma aşamasında yapılan yayınlarda denge testinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Bununla birlikte, kanun koyucu TCK m.285/6 hükmü ile önemli bir istisna getirmiştir. Buna göre, soruşturma ve kovuşturma işlemlerinin haber verme sınırları aşılmaksızın basın yoluyla duyurulması suç teşkil etmez. Bu düzenleme, ifade ve basın özgürlüğünün bir görünümü olarak, hakkın icrası kapsamında hukuka uygunluk nedeni teşkil eder (Anayasa m.26, m.28). Ancak haber verme sınırlarının aşılması; kişinin suçlu gibi gösterilmesi, yargısız infaza yol açılması veya adil yargılanma hakkının zedelenmesi hâlinde, bu hukuka uygunluk nedeninden söz edilemez. Nitekim bir kişinin henüz hakkında kesinleşmiş bir hüküm bulunmaksızın suçlu olarak lanse edilmesi, yalnızca masumiyet karinesini değil, aynı zamanda lekelenmeme hakkını da ihlal eder. Bu tür ihlaller, bireyin toplum nezdinde küçük düşmesine, onur ve saygınlığının zarar görmesine yol açar. Dolayısıyla TCK m.285 ile, şüpheli veya sanığın ceza muhakemesi süreci boyunca korunması, yargısız infazların önlenmesi ve adil yargılanmanın teminat altına alınması amaçlanmıştır (TCK m.285 gerekçesi). Kanun gerekçesinde de açıkça belirtildiği üzere, soruşturma evresinin gizliliği, masumiyet karinesinin etkin şekilde korunabilmesi bakımından vazgeçilmezdir. Aksi hâlde, henüz yargılaması tamamlanmamış kişiler hakkında kamuoyu baskısı oluşacak, bu da masumiyet karinesinin yalnızca teorik düzeyde kalmasına neden olacaktır. Bu nedenle TCK m.285, ceza adalet sisteminin temel ilkelerinden biri olan adil yargılanma hakkının somut bir güvencesi niteliğindedir (TCK m.285 gerekçesi; AİHS m.6).
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Önceki bölümlerde ayrıntılı biçimde ortaya konulduğu üzere, Türkiye’de masumiyet karinesi ve buna bağlı lekelenmeme hakkı, mevzuat düzeyinde güçlü anayasal ve uluslararası güvencelere sahip olmasına rağmen, uygulamada sistematik biçimde zedelenmektedir. Bu zedelenme, münferit hatalardan ziyade yapısal bir soruna işaret etmektedir. Sorunun yapısal niteliği üç temel eksende toplanmaktadır: Soruşturma gizliliği ihlallerine karşı etkisiz yaptırım mekanizmaları, savcı ve kolluğun dosya mahremiyetine ilişkin pasif veya kayıtsız tutumu, medya–yargı ilişkisinin hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan şekilde yürütülmesi. Bu nedenle çözüm önerileri yalnızca bireysel sorumlulukları artırmaya değil; aynı zamanda kurumsal reformlara ve mevzuat düzeyinde yeniden yapılanmaya yönelmelidir. Mevcut durumda soruşturma dosyasının basına sızdırılması hâlinde savcının resen harekete geçmesi gerektiği, yasal olarak açık olmakla birlikte, uygulamada bu yükümlülük çoğu zaman yerine getirilmemektedir. Bu nedenle CMK’ya açık bir hüküm eklenerek soruşturma dosyasına ait bilgilerin basın veya üçüncü kişilerce yayımlanması hâlinde cumhuriyet savcısının derhal resen soruşturma başlatmasının zorunlu olduğu kanuni güvence altına alınmalıdır. Bu düzenleme, AİHM’in pozitif yükümlülük anlayışıyla da doğrudan uyumludur (Allenet de Ribemont v. France, 1995). Dosya mahremiyetini korumayan veya sızıntılara göz yuman savcılar açısından mevcut disiplin rejimi yetersiz ve caydırıcılıktan uzaktır. Bu bağlamda dosya gizliliğini ihlal eden veya ihlali önlemeyen savcılar açısından meslekten çıkarmaya kadar varabilecek ağır disiplin yaptırımları öngörülmelidir. Savcının kendisine emanet edilen ve meslek ahlakı gereği, namusu kadar kutsal olan dosyasına sahip çıkamaması, yalnızca bireysel kusur değil; yargı etiğinin ihlali, adliyenin zafiyeti olarak değerlendirilmelidir (Centel & Zafer, 2020).
Kolluk kuvvetlerinin operasyon görüntüleri, gözaltı anları ve delillerle birlikte basına servis edilmesi, masumiyet karinesinin en ağır ihlal biçimlerinden biridir. Bu nedenle kolluk personelinin soruşturma aşamasında medya ile doğrudan veya dolaylı bilgi paylaşması kesin olarak yasaklanmalı, bu yasağın ihlali hâlinde TCK m.285 ve m.136 kapsamında doğrudan ceza soruşturması açılmalıdır. AİHM içtihadına göre kolluk açıklamaları, devletin sorumluluğunu doğurur (Daktaras v. Lithuania, 2000).
UYAP üzerinden dosyalara erişimin genişliği, gizlilik ihlallerinin önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Bu nedenle dosya erişimleri asgari yetki ilkesine göre yeniden düzenlenmeli, her erişim otomatik olarak denetlenebilir log kayıtlarına bağlanmalı, şüpheli erişimlerde sistem otomatik uyarı üretmelidir. Bu tür teknik önlemler, pozitif yükümlülüğün teknolojik boyutunu oluşturur (Kunter, N., Yenisey, F., & Nuhoğlu, 2019).
Basın özgürlüğü demokratik toplumun vazgeçilmezidir; ancak bu özgürlük, başkalarının şöhret ve haklarını ihlal edecek biçimde kullanılamaz (Anayasa m.26; AİHS m.10). AİHM, soruşturma aşamasında yapılan yayınlarda kamu yararı, yayının dili, kullanılan ifadelerin kesinlik derecesi gibi ölçütlerle bir denge testi uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır. (Harris et al., 2018) Lekelenmeme hakkının ihlali hâlinde medyanın aynı görünürlükte düzeltme ve özür yayımlaması, mağdurun hızlı ve etkili tazminat yollarına erişimi sağlanmalıdır. Beraat kararlarının görünmez kalması, lekelenmenin kalıcılaşmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda meslek kuruluşlarının da içinde olduğu hızlandırılmış basın tahkimi oluşturulması düşünülmelidir. Bu tür hak ihlallerinde başvurucu için basın tahkimi, tazminat ve manevi tatmin bağlamında etkili bir çözüm yolu olarak görülebilir.
Mevcut hukuk sisteminde lekelenme zararları çoğu zaman genel haksız fiil hükümleri, manevi tazminat davaları kapsamında değerlendirilmekte, bu durum mağdur açısından etkisiz ve uzun bir süreç doğurmaktadır. Bu nedenle lekelenmeme hakkının ihlali için özel bir tazminat rejimi oluşturulmalı, yargılamanın sonucundan bağımsız olarak, soruşturma aşamasındaki ihlaller için tazminat imkânı tanınmalıdır. Bu yaklaşım, AİHM’in etkili başvuru hakkı (AİHS m.13) içtihadıyla uyumludur.
Yargıya duyulan güvenin azalması, yalnızca yargı mensuplarının sorunu değildir; bu durum, toplumun adalet duygusunun aşınması anlamına gelir. Masumiyet karinesinin korunmadığı bir sistemde birey devlete güvenmez, yargı kararları meşruiyetini yitirir, hukuk devleti şekli bir iddiaya dönüşür. Bu nedenle lekelenmeme hakkının korunması, yalnızca bireysel bir hak değil toplumsal barışın ön koşuludur.
GENEL SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Masumiyet karinesi, soruşturma aşamasını da kapsayan temel bir anayasal ilkedir (Anayasa m.38/4). Lekelenmeme hakkı, masumiyet karinesinin zorunlu ve ayrılmaz bir sonucudur (CMK m.157). Türkiye’de soruşturma gizliliği ihlalleri sistematik bir sorun hâline gelmiştir. AİHM içtihadı, devletin bu ihlalleri önlemek için aktif önlemler alma yükümlülüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Savcı ve kolluğun pasifliği, ihlalin kurumsallaşmasına yol açmaktadır. Medya yoluyla yaratılan fiilî mahkûmiyet, adil yargılanma hakkını anlamsızlaştırmaktadır. Hukuk devleti, bireyi devletin keyfîliğine karşı koruyan bir sistemdir. Soruşturma dosyasına sahip çıkamayan bir yargı düzeninde, hukuk devleti yalnızca kâğıt üzerinde var olur. Diğer yandan masumiyet karinesi, sadece suç isnadı altındaki kişileri koruyan dar bir usul ilkesi olarak değil; adliyenin, hakimlerin ve savcıların kurumsal masumiyetini ve tarafsızlığını güvence altına alan anayasal bir sütun olarak değerlendirilmelidir. Soruşturma veya kovuşturma aşamasında bu ilkenin ihlal edilmesi, bireysel hak ihlallerinin ötesinde, yargı kurumlarının meşruiyetini ve toplumsal güvenilirliğini doğrudan tehdit etmektedir. Bu nedenle hukuk devletinde masumiyet karinesinin korunması, yalnızca “şüpheliyi koruma” meselesi değil; yargının kendi namusunu koruma yükümlülüğü olarak da ele alınmalıdır. Masumiyet karinesini korumak, yalnızca sanığı değil; adaletin kendisini korumaktır.
KAYNAKÇA
Allenet de Ribemont v. France, App. No. 15175/89, European Court of Human Rights (1995).
Allen v. United Kingdom, App. No. 25424/09, European Court of Human Rights (2013).
Artuk, M. E., Gökcen, A., & Yenidünya, A. C. (2023). Ceza hukuku genel hükümler (17. bs.). Ankara: Adalet Yayınevi.
Ashworth, A., & Redmayne, M. (2019). The criminal process (5th ed.). Oxford: Oxford University Press.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. (1950).
Butkevičius v. Lithuania, App. No. 48297/99, European Court of Human Rights (2002).
Centel, N., & Zafer, H. (2020). Ceza muhakemesi hukuku (15. bs.). İstanbul: Beta.
Daktaras v. Lithuania, App. No. 42095/98, European Court of Human Rights (2000).
European Convention on Human Rights. (1950).
Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
Harris, D., O’Boyle, M., Warbrick, C., & Bates, E. (2018). Law of the European Convention on Human Rights (4th ed.). Oxford: Oxford University Press.
Kunter, N., Yenisey, F., & Nuhoğlu, A. (2019). Muhakeme hukuku dalı olarak ceza muhakemesi hukuku (18. bs.). İstanbul: Beta.
Letellier v. France, App. No. 12369/86, European Court of Human Rights (1991).
Morais da Silva v. Portugal, App. No. 45544/11, European Court of Human Rights (2016).
Mowbray, A. (2012). Cases and materials on the European Convention on Human Rights (3rd ed.). Oxford: Oxford University Press.
Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Ankara: Yetkin, 2022.
Önok, R. M. (2023). Ceza hukuku ve meslek etiği bağlamında basının adli haberleri verme hakkıyla masum sayılma hakkı arasındaki ilişki. A. Sözüer (Yay. haz.), 10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali “Ben Masumum” Tebliğler (s. 61–64) içinde. İstanbul: On İki Levha Yayıncılık.
Öztürk, B., Erdem, M. R., & Özbek, V. Ö. (2021). Ceza muhakemesi hukuku (14. bs.). Ankara: Seçkin.
Yenisey, F., & Nuhoğlu, A. (2022). Ceza muhakemesi hukuku (9. bs.). İstanbul: Seçkin.

