27 Aralık, yalnızca bir vefat tarihini değil; bir milletin vicdanında yankı bulan bir sesi, kelimelere sığmayan bir sorumluluk duygusunu ve bağımsızlık idealine adanmış bir ömrü hatırlatmaktadır. Bu tarihte, İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un vefat yıl dönümünü idrak ederken, onun şahsiyetinde somutlaşan ahlaki duruşu, fikrî mirası ve hukukla iç içe geçmiş adalet arayışını yeniden düşünmek kaçınılmaz hâle gelmektedir.
Mehmet Âkif Ersoy’un; “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hagi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım”. İstiklal Marşında yer alan bu dizelerde Türk milletinin tarihsel karakterinde yer alan hürriyet ve bağımsızlık anlayışını güçlü bir şekilde yansıtır. Şair, “Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım…“, ifadesi ile hürriyeti geçici bir kazanım ya da dış koşullara bağlı bir durum olarak değil, milletin varoluşunun ayrılmaz bir parçası olarak ele alır. “Ezelden beridir” ifadesi, özgürlüğün köklü ve vazgeçilmez bir değer olduğunu vurgularken, bu düşüncenin geçmişten geleceğe uzanan sürekliliğini ortaya koyar. Bu bağlamda hürriyet, bireysel bir tercih olmanın ötesinde, toplumsal ve tarihsel bir kimlik unsurudur. Dizelerde geçen “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” ifadesi, esaret fikrine duyulan kesin reddiyeyi simgeler. Mehmet Âkif, bağımsızlığın tehdit altına alınmasını akıl dışı ve kabul edilemez olarak nitelendirir. Zincir, burada yalnızca fiziksel esareti değil; siyasi, ekonomik ve kültürel bağımlılığı da temsil eder. Şairin bu meydan okuyan üslubu, milletin özgürlük karşısındaki kararlılığını ve teslimiyete boyun eğmeyen ruhunu yansıtır. “Kükremiş sel gibiyim” benzetmesi ise hürriyet ve bağımsızlık arzusunun önünde hiçbir engelin duramayacağını ifade eder. Selin bendini aşması gibi, millet de karşısına çıkan tüm engelleri aşacak güce sahiptir. Dağları yırtan ve enginlere sığmayan bu tasvir, bağımsızlık mücadelesinin dinamizmini ve coşkusunu simgeler. Mehmet Âkif, bu dizelerde hürriyeti ve bağımsızlığı milletin varlığını sürdürmesinin temel şartı olarak sunar; özgürlüğü kısıtlanan bir milletin yaşam alanı bulamayacağını güçlü imgelerle ortaya koyar.
Mehmet Âkif Ersoy, yalnızca büyük bir şair değil; aynı zamanda yaşadığı çağın siyasal, sosyal ve hukuki meselelerine karşı derin bir sorumluluk bilinciyle yaklaşan mütefekkir bir aydındır. Onun kaleminden dökülen her mısra, estetik bir ifade olmanın ötesinde, bir milletin istiklal mücadelesini, hürriyet arzusunu ve adalet talebini yansıtan ahlaki bir çağrı niteliği taşımaktadır. Âkif’in şiiri, süslenmiş bir retorikten ziyade, hakikatin ağır yükünü omuzlarında taşıyan bir vicdan sesidir. İstiklâl Marşı’nda dile gelen bağımsızlık ve hürriyet ideali, yalnızca askeri veya siyasal bir kurtuluşu değil; aynı zamanda hukukla teminat altına alınmış onurlu bir varoluşu ifade eder. Bu yönüyle Mehmet Âkif’in düşünce dünyasında istiklal, hukuk devleti ve adalet kavramları birbirinden ayrılmaz bir bütünlük arz etmektedir. Ona göre bağımsızlık, keyfî bir iktidarın tahakkümünden kurtulmak değil; adaletle sınırlandırılmış bir devlet düzeni içinde insan onurunun korunmasıdır.
Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Mehmet Âkif Ersoy’un yaşadığı kırılmalar, yalnızca bireysel hayal kırıklıkları olarak değil; modernleşme sürecinin hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları bakımından taşıdığı yapısal gerilimlerin bir yansıması olarak okunmalıdır. Âkif’in yeni rejime yönelik eleştirileri, rejimin varlığına değil; adalet, meşruiyet ve toplumsal vicdanla kurduğu ilişkiye yöneliktir. Bu yönüyle onun sessizliği, bir geri çekilişten ziyade, ahlaki bir itirazın ifadesidir. Bugün, aradan geçen on yıllara rağmen Türkiye’de hukuk devleti, demokrasi ve temel haklar etrafında süregelen tartışmalar, Mehmet Âkif Ersoy’un düşünsel mirasının güncelliğini koruduğunu göstermektedir. Onun adalet merkezli yaklaşımı, hukukun yalnızca normatif bir düzen değil; aynı zamanda ahlaki bir zemin üzerinde yükselmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Devletin gücünün hukukla, hukukun ise vicdanla sınırlandırılmadığı bir düzenin, gerçek anlamda özgür ve demokratik olamayacağı fikri, Âkif’in düşünce dünyasının temel taşlarından biridir.
Bu çalışma, Mehmet Âkif Ersoy’un Cumhuriyet’in ilk yıllarında şekillenen hukuk devleti algısını, günümüz Türkiye’sindeki anayasal, siyasal ve hukuki tartışmalarla karşılaştırmalı olarak ele almayı amaçlamaktadır. İnceleme, anayasa, genel kamu ve ceza hukuku perspektiflerini bir araya getirerek, Âkif’in adalet ve hürriyet anlayışının tarihsel bir nostalji değil; çağdaş insan hakları ve demokrasi tartışmaları için hâlen güçlü bir referans noktası olduğunu ortaya koymayı hedeflemektedir. Mehmet Âkif Ersoy’u vefat yıl dönümünde anarken, onu yalnızca dizeleriyle değil; hukuk, adalet ve sorumluluk bilinciyle yoğrulmuş fikirleriyle de hatırlamak, bu çalışmanın hem akademik hem de vicdani temelini oluşturmaktadır.
1. Mehmet Âkif Ersoy’un Siyasal Düşüncesinin Anayasal Çerçevesi
Mehmet Âkif Ersoy, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yeni devlet fikrini desteklemekle birlikte, bu sürecin hukuk devleti ve demokratik meşruiyet bakımından taşıdığı sorunlara eleştirel yaklaşan bir entelektüeldir. Âkif’in siyasal düşüncesi, mutlak anlamda bir rejim karşıtlığına değil; iktidarın sınırlandırılması, adalet ve ahlaki meşruiyet ekseninde şekillenen bir hukuk anlayışına dayanmaktadır (Okay, 2010).
Âkif, adaletin şekli değil öz bir değer olduğunu vurgulayarak, zulme kapı aralayan her türlü hukuk anlayışını eleştirir. Bu bağlamda, iktidarın keyfîliğine ve hukukun güç sahiplerinin çıkarlarına göre şekillendirilmesine karşı net bir tavır sergiler. Nitekim Safahat’ta yer alan şu dizeler, bu duruşu açıkça yansıtmaktadır: “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem… Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.”(Ersoy, 1924/2016, Safahat, “Asım”)
Bu dizelerde, hukukun ve siyasal düzenin güçlülerin keyfine göre değil, adalet ilkesine göre şekillenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Âkif’e göre adalet, yöneticilerin keyfî tasarruflarını meşrulaştıran bir araç olamaz. Bu bağlamda anayasa hukuku açısından değerlendirildiğinde, Âkif’in hukuk devleti algısının maddi hukuk devleti anlayışına daha yakın olduğu görülmektedir. Mehmet Âkif Ersoy’un hukuk ve adalet anlayışı, pozitif hukuk normlarının ötesinde, ahlâk, vicdan ve toplumsal sorumluluk ilkeleriyle şekillenmiştir. Âkif, hukuku yalnızca yazılı kurallar bütünü olarak değil; adaletin, hakkaniyetin ve ahlâkî meşruiyetin tezahürü olarak ele alır. Bu yaklaşım, onun şiirlerinde ve düşünsel metinlerinde açık biçimde görülmektedir. Ona göre hukuk, yalnızca kanunların varlığıyla değil; adalet, hakkaniyet ve toplumsal vicdanla uyum içinde olmasıyla meşru kabul edilebilir. Bu yaklaşım, pozitivist ve ideolojik hukuk anlayışına yönelik dolaylı bir eleştiridir.
2. Siyasal Alandaki Sorunlar: Tek Parti Rejimi ve Demokratik Meşruiyet
Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan tek parti yönetimi, siyasal çoğulculuğun ve muhalefetin fiilen ortadan kalkmasına yol açmıştır. Bu durum, anayasal demokrasinin temel unsurlarından biri olan çoğulculuk ilkesinin zedelenmesi anlamına gelmektedir. Âkif, MilliMücadele kadrolarının bir kısmıyla özellikle laiklik anlayışının varlığı ve uygulanış biçimi konusunda ciddi görüş ayrılıkları yaşamıştır (Mardin, 2018). Takrir-i Sükûn Kanunu sonrası oluşan baskı ortamı, ifade özgürlüğü ve siyasal katılım açısından anayasal güvencelerin askıya alındığı bir istisna rejimi yaratmıştır. Modern anayasa hukukunda istisna rejimlerinin demokratik meşruiyeti, ölçülülük ve geçicilik ilkeleriyle sınırlandırılmak zorundadır. Ancak erken Cumhuriyet döneminde bu sınırların büyük ölçüde aşıldığı görülmektedir (Tanör & Yüzbaşıoğlu, 2021). Bu bağlamda Âkif’in yaşadığı dışlanmışlık, bireysel bir kırgınlıktan ziyade, hukuk güvenliğinin, düşünce hürriyetinin, anayasal demokrasinin kurumsallaşamamasının sembolik bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Âkif, biçimsel olarak var olan ancak içerik bakımından adaletten yoksun kalan hukuk düzenlerini de sert biçimde eleştirir. Ona göre adaletin yalnızca adının var olması, hukukun meşruiyeti için yeterli değildir: “Adâlet isteriz, lâkin ne çare bizdeki his; Adâletin adı var, kendi yok, sadâsı var.” (Ersoy, 1924/2016, Safahat, “Süleymaniye Kürsüsünde”) Bu dizeler, modern hukuk literatüründe hukuk pozitivizmine yöneltilen eleştirilerle örtüşen bir yaklaşımı yansıtır. Âkif, hukukun ahlâkî ve vicdanî temellerden kopması hâlinde, adalet üretme kapasitesini yitireceğini savunur.
3. Sosyal Alandaki Sorunlar: Modernleşme, Kimlik ve Toplumsal Meşruiyet
Genel kamu hukuku perspektifinden bakıldığında, Cumhuriyet’in erken dönem reformları büyük ölçüde tepeden inme modernleşme anlayışıyla yürütülmüştür. Harf İnkılabı, kılık-kıyafet düzenlemeleri ve dini sembollerin kamusal alandan dışlanması, devletin toplumsal alanı yeniden şekillendirme iradesini göstermektedir. Âkif’e göre din, yalnızca bireysel bir inanç sistemi değil; toplumun ahlaki ve sosyal bütünlüğünü sağlayan kurucu bir unsurdur. Bu nedenle dinin kamusal alandan dışlanması, yalnızca bir laiklik uygulaması değil; aynı zamanda toplumla devlet arasındaki meşruiyet bağının zayıflaması anlamına gelmektedir (Okay, 2010). Bu noktada aydın–halk kopukluğu, kamu hukukunda temsiliyet krizi olarak değerlendirilebilir. Devletin toplumsal değerlerle bağını kopardığı ölçüde, hukuk normları da toplumsal karşılığını yitirmektedir.
4. Hukuki Alandaki Sorunlar: Olağanüstü Yargı ve Hukuk Devleti Krizi
Ceza hukuku ve anayasa hukuku bakımından en ciddi sorun alanı, İstiklal Mahkemeleri ve olağanüstü yargılama usulleridir. Bu mahkemeler, kanunilik, doğal hâkim, savunma hakkı ve yargı bağımsızlığı ilkeleriyle açık bir çatışma içindedir. Hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından biri, yargının yürütmeden bağımsız olmasıdır. Ancak erken Cumhuriyet döneminde yargı, büyük ölçüde siyasal iktidarın ideolojik hedefleri doğrultusunda şekillendirilmiştir. Bu durum, ceza hukukunun baskı aracı hâline gelmesine yol açmıştır (Gözler, 2020). Batıdan iktibas edilen kanunların toplumsal değerlerle uyumsuzluğu da hukuk devleti açısından ayrı bir sorun alanıdır. Hukukun meşruiyeti yalnızca normatif kaynağından değil, toplumsal kabule dayanmasından da beslenir. Bu kabul zayıfladığında, hukuk devleti ilkesi kurumsallaşamaz. Öte yandan Âkif’in adalet anlayışı yalnızca siyasal ve hukuksal alanla sınırlı değildir; sosyal adalet ve emeğin korunması da bu çerçevenin önemli bir parçasıdır. Mehmet Âkif, yöneticilerin adalet karşısındaki sorumluluğunu evrensel ve mutlak bir ilke olarak görür.
Bu anlayış, onun yönetenleri yalnızca insanlara değil, en zayıf varlıklara karşı dahi sorumlu kabul eden yaklaşımında açıkça görülür: “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!” (Ersoy, 1924/2016, Safahat, “Hakkın Sesleri”) Bu dizelerde adalet, yöneticinin görev alanını sınırsız biçimde genişleten bir etik sorumluluk ilkesi olarak karşımıza çıkar. Hukuk, bu anlayışta yalnızca cezalandırıcı değil, koruyucu ve önleyici bir işleve sahiptir. “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası: Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası!” (Ersoy, 1924/2016, Safahat, “Fatih Kürsüsünde”) Bu yaklaşım, Âkif’in hukuk anlayışının toplumsal adalet ve insan onuru temelinde şekillendiğini göstermektedir.
Onun düşüncesinde hukuk, adaleti tesis ettiği ölçüde anlamlıdır; zulmü meşrulaştıran her düzen ise hukuk olmaktan çıkar. Mehmet Âkif Ersoy’un Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşadığı siyasal, sosyal ve hukuki sorunlar; bireysel bir muhalefetten ziyade, erken Cumhuriyet’in otoriter modernleşme modeliyle doğrudan bağlantılıdır. Âkif’in hukuk devleti algısı, bugün anayasa hukukunda kabul edilen insan hakları merkezli demokratik hukuk devleti anlayışıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.
A. Benzer Yönler
1. Siyasal Alanda Benzerlikler: Merkeziyetçilik ve Demokratik Gerilim
Günümüz Türkiye’sinde siyasal sistem, anayasal olarak çok partili yapıyı ve seçim mekanizmalarını barındırmakla birlikte, güçlü merkezi yürütme eğilimi bakımından erken Cumhuriyet dönemini hatırlatan bazı yapısal özellikler göstermektedir. Özellikle yürütme organının kontrolsüz güçlenmesi ve yasama ile yargı üzerindeki etkisinin artması, anayasa hukukunda kuvvetler ayrılığı ilkesinin fiilî işleyişi açısından tartışmalara yol açmaktadır (Gözler, 2020). Mehmet Âkif Ersoy’un döneminde siyasal çoğulculuğun yokluğu açık ve kurumsal bir gerçeklikken, günümüzde bu sorun daha çok temsilde adalet, muhalefetin siyasal alanda etkili olabilmesi ve çoğulculuğun niteliksel düzeyi üzerinden tartışılmaktadır. Bu durum, demokratik rejimin biçimsel varlığı ile maddi işleyişi arasındaki farkı ortaya koymaktadır (Özbudun, 2019). Devlet–toplum ilişkisinde güven sorunu, her iki dönemin ortak paydalarından biridir. Erken Cumhuriyet’te bu sorun ideolojik modernleşme sürecinden kaynaklanırken, günümüzde kurumsal şeffaflık, kuvvetler ayrılığının zayıflığı, hesap verebilirlik ve katılımcılık eksikliği üzerinden gündeme gelmektedir. Demokratik meşruiyetin zayıflaması, anayasal düzene duyulan güveni de doğrudan etkilemektedir.
2. Sosyal Alanda Benzerlikler: Kimlik, Kutuplaşma ve Değer Çatışmaları
Sosyal alanda gözlemlenen en önemli benzerlik, kimlik tartışmalarının siyasal ve hukuki alanı belirleyici hâle gelmesidir. Erken Cumhuriyet döneminde din–laiklik ekseninde şekillenen kimlik gerilimi, günümüzde din, kültür, yaşam tarzı ve ideolojik aidiyetler üzerinden daha karmaşık bir görünüm kazanmıştır. Toplumsal kutuplaşma, her iki dönemde de kamu hukukunun tarafsızlığına zarar veren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Âkif’in eleştirdiği aydın–halk kopukluğu, günümüzde farklı biçimlerde devam etmekte; bu durum, hukuk normlarının toplumsal meşruiyetini zayıflatmaktadır (Mardin, 2018). Hızlı toplumsal değişim karşısında ortaya çıkan değer çatışmaları, bireylerin hukuki düzenle kurduğu ilişkiyi de etkilemektedir. Bu bağlamda, sosyal bütünlüğün zayıflaması, anayasal vatandaşlık bilincinin gelişimini zorlaştıran bir faktör olarak değerlendirilebilir.
3. Hukuki Alanda Benzerlikler: Hukukun Siyasallaşması Tartışması
Hukuki alanda erken Cumhuriyet dönemi ile günümüz Türkiye’si arasındaki en dikkat çekici benzerlik, hukukun siyasal amaçlarla araçsallaştırıldığına dair tartışmalardır. Erken Cumhuriyet’te bu durum olağanüstü mahkemeler ve istisna rejimleri yoluyla açık biçimde görülürken, günümüzde daha çok yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü ve basın hürriyeti bağlamında gündeme gelmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru kararları, bu alandaki yapısal sorunların varlığını teyit etmektedir. Özellikle ifade özgürlüğü ihlallerine ilişkin kararlar, hukuk devleti ilkesinin uygulamada karşılaştığı güçlükleri ortaya koymaktadır (Anayasa Mahkemesi, 2020). Benzer şekilde AİHM de Türkiye hakkında verdiği kararlarla, hukuki güvencelerin etkinliği konusunda ciddi eleştiriler yöneltmektedir (AİHM, 2019).
B. Farklı Yönler
1. Siyasal Alanda Farklılıklar: Kurumsallaşma ve Uluslararası Etkileşim
Erken Cumhuriyet dönemi ile günümüz Türkiye’si arasındaki en önemli fark, çok partili siyasal hayatın varlığı ve seçim mekanizmalarının kurumsallaşmış olmasıdır. Her ne kadar bu mekanizmaların işleyişi tartışmalı olsa da, siyasal rekabetin varlığı anayasal sistem açısından temel bir fark yaratmaktadır. Ayrıca günümüz Türkiye’si, uluslararası hukuk ve insan hakları rejimleriyle yoğun bir etkileşim içindedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraflık ve AİHM yargı yetkisinin kabulü, erken Cumhuriyet döneminde bulunmayan önemli bir hukuki çerçeve sunmaktadır. Bu durum, ulusal anayasal düzen üzerinde dışsal bir denetim mekanizması oluşturmuştur.
2. Sosyal Alanda Farklılıklar: Kamusal Alanın Genişlemesi ve Çoğulluk
Sosyal alanda önemli bir fark, dini kimliğin kamusal alanda daha görünür hâle gelmesidir. Erken Cumhuriyet döneminde kamusal alan büyük ölçüde seküler bir ideolojiyle yeniden inşa edilirken, günümüzde kamusal alan daha çoğulcu bir görünüm arz etmektedir. İletişim teknolojileri ve dijitalleşme sayesinde kamusal tartışma alanının genişlemesi, ifade özgürlüğü bakımından yeni imkânlar sunmakla birlikte, aynı zamanda yeni sınırlama tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Bu durum, kamu hukukunun klasik sınırlandırma araçlarının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
3. Hukuki Alanda Farklılıklar: Anayasal Güvenceler ve Bireysel Başvuru
Hukuki alandaki en belirgin fark, yazılı ve yerleşik bir anayasal düzenin varlığı ve bireylerin temel hak ihlallerine karşı başvurabilecekleri bireysel başvuru mekanizmasının bulunmasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu, hukuk devleti ilkesinin güçlendirilmesi açısından teorik olarak önemli bir araçtır (Gözler, 2020). Ayrıca uluslararası insan hakları sözleşmelerine taraflık, ceza hukuku ve idare hukuku alanlarında asgari insan hakları standartlarının iç hukuka yansımasını sağlamaktadır. Ancak bu güvencelerin varlığı, uygulamada her zaman etkili sonuçlar doğurmamaktadır. Bu durum, normatif düzey ile fiilî uygulama arasındaki süreklilik arz eden soruna işaret etmektedir.
Erken Cumhuriyet dönemi ile günümüz Türkiye’si arasındaki karşılaştırma, sorunların biçim değiştirdiğini ancak tamamen ortadan kalkmadığını göstermektedir. Mehmet Âkif Ersoy’un eleştirdiği hukuk devleti eksikliği, günümüzde daha karmaşık ve çok katmanlı bir yapı içinde varlığını sürdürmektedir. Fark, sorunların varlık düzeyinde değil; nitelik, standart ve uygulama düzeyinde tartışılıyor olmasıdır. Bu bağlamda günümüz Türkiye’sindeki anayasal sorunlar, erken Cumhuriyet dönemindeki gibi kurucu bir krizden ziyade, demokratik hukuk devletinin derinleştirilmesi sorununa işaret etmektedir.
1. Anayasa Hukuku Açısından Değerlendirme: Normatif Güvence ile Fiilî Uygulama Arasındaki Gerilim
Anayasa hukuku bakımından Mehmet Âkif Ersoy’un erken Cumhuriyet dönemine ilişkin eleştirileri ile günümüz Türkiye’sine yönelik tartışmalar arasında dikkat çekici bir benzerlik ve süreklilik bulunmaktadır. Bu benzerlik ve süreklilik, anayasal metinlerde yer alan hukuk devleti, demokrasi ve temel hak güvenceleri ile bu güvencelerin fiilî uygulanışı arasındaki yapısal gerilimden kaynaklanmaktadır.
Erken Cumhuriyet döneminde anayasal düzen, kurucu bir iradenin ideolojik hedefleri doğrultusunda şekillenmiş; çoğulculuk ve temel haklar ikincil bir konumda kalmıştır. Günümüz Türkiye’sinde ise anayasal hak ve özgürlükler normatif olarak daha ayrıntılı güvence altına alınmış olmakla birlikte, yürütme erkini kontrolsüz bir biçimde güçlendiren anayasal ve anayasa dışı uygulamalar, kuvvetler ayrılığı ilkesinin işleyişini bir hayli zayıflatmıştır (Gözler, 2020). Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru yoluyla geliştirdiği içtihatlar, anayasa hukukunun insan hakları merkezli yorumlanması açısından önemli bir ilerleme sağlamıştır. Ancak bu mekanizmanın etkinliği, kararların alt derece mahkemeleri ve idare tarafından ne ölçüde benimsendiğiyle doğrudan ilişkilidir. Normatif anayasal güvencelerin, siyasal iktidarın sınırlandırılmasında yeterince etkili olamaması, anayasal demokrasinin maddi boyutunu zedeleyen temel bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir.
2. Genel Kamu Hukuku Açısından Değerlendirme: Devlet–Toplum İlişkisi ve Meşruiyet Sorunu
Genel kamu hukuku perspektifinden bakıldığında hem erken Cumhuriyet döneminde hem de günümüz Türkiye’sinde devletin toplumu dönüştürücü rolü belirgin bir biçimde öne çıkmaktadır. Mehmet Âkif Ersoy’un eleştirilerinin merkezinde, devletin toplumsal değerlerle bağını koparması ve bu kopuşun hukuki meşruiyet krizine yol açması yer almaktadır. Erken Cumhuriyet döneminde bu kriz, modernleşmenin “tepeden inme” bir yöntemle yürütülmesi ve kamusal alanın ideolojik bir çerçevede yeniden inşa edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Günümüzde ise benzer bir meşruiyet sorunu, kamu gücünün kullanımında şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılımcılık ilkelerinin zayıflığı üzerinden tartışılmaktadır (Arslan, 2018). Genel kamu hukuku açısından devletin meşruiyeti, yalnızca hukuki yetkiye değil; aynı zamanda toplumsal rızaya dayanır. Bu rızanın zayıfladığı durumlarda, idarenin hukuka uygunluğu biçimsel bir nitelik kazanmakta ve kamu gücü ile birey arasındaki ilişki giderek güven temelli olmaktan çıkmaktadır. Bu durum, erken Cumhuriyet döneminde olduğu gibi günümüzde de devlet–toplum ilişkisinde süreklilik arz eden ve hukuki meşruiyet bağlamında yapısal bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
3. Ceza Hukuku Açısından Değerlendirme: İstisna Rejimi ve Hakların Kırılganlığı
Ceza hukuku, devletin birey üzerindeki en ağır müdahale araçlarını barındırması nedeniyle demokrasi ve insan hakları açısından en hassas hukuk alanıdır. Erken Cumhuriyet döneminde İstiklal Mahkemeleri ve olağanüstü yargılama usulleri, ceza hukukunun olağanüstü bir siyasal araç hâline getirildiğini göstermektedir. Bu uygulamalar, suçta ve cezada kanunilik, doğal hâkim ve savunma hakkı gibi temel ilkelerle açık biçimde çatışmıştır. Günümüz Türkiye’sinde olağanüstü mahkemeler bulunmamakla birlikte, ceza hukukunun geniş ve belirsiz suç tipleri yoluyla ifade özgürlüğü ve siyasal muhalefet üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığı yönünde ciddi eleştiriler bulunmaktadır. AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü ve kişi hürriyeti bağlamında verdiği ihlal kararları, ceza hukukunun insan haklarıyla kurduğu sorunlu ilişkiyi ortaya koymaktadır (Anayasa Mahkemesi, 2020; AİHM, 2019). Bu bağlamda erken Cumhuriyet dönemi ile günümüz arasındaki temel fark, ceza hukukunun kullanım biçiminde değil; hukuki denetim mekanizmalarının varlık, etkinlik, yetkinlik ve görünürlüğünde ortaya çıkmaktadır. Ancak bu denetim mekanizmalarının etkinliği sınırlı kaldığında, ceza hukuku yine istisnai bir araç olarak işlev görme riski taşımaktadır.
4. Hukuk Dalları Arasında Bütüncül Değerlendirme
Anayasa hukuku, genel kamu hukuku ve ceza hukuku birlikte değerlendirildiğinde, Mehmet Âkif Ersoy’un erken Cumhuriyet dönemine yönelik eleştirilerinin, günümüz anayasal tartışmalarıyla önemli ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Ortak sorun alanı, devlet iktidarının sınırlandırılması ve hukukun siyasal iktidar karşısında bağımsız bir normatif alan olarak korunamamasıdır. Erken Cumhuriyet döneminde bu sorun, kurucu iktidarın ideolojik öncelikleriyle açıklanabilirken; günümüzde aynı sorun, kurumsallaşma eksikliği ve demokratik denge-denetim mekanizmalarının zayıflığı üzerinden ortaya çıkmaktadır. Bu durum, hukuk devleti ilkesinin yalnızca normatif değil; aynı zamanda kültürel ve kurumsal bir olgu olduğunu göstermektedir (Özbudun, 2019). Mehmet Âkif Ersoy’un yaşadığı siyasal, sosyal ve hukuki sorunlar, Cumhuriyet’in kuruluş döneminin sancılı modernleşme sürecinin bir yansımasıdır. Günümüz Türkiye’sinde ise benzer sorunlar, kurumsallaşmış bir devlet yapısı içinde daha karmaşık ve çok katmanlı bir görünüm kazanmıştır. Ortak payda, devletin ideolojik yönelimi ile toplumun değerleri arasındaki denge arayışı, hukuk devleti ilkesinin kurumsallaşamaması ve insan haklarının korunumunun kırılganlığıdır. Fark ise, günümüzde bu sorunların bir varlık mücadelesi olmaktan ziyade, demokratik standartların niteliği ve derinliği üzerinden tartışılmasıdır. Bu bağlamda Mehmet Âkif Ersoy’un hukuk, adalet ve meşruiyet merkezli eleştirileri, yalnızca tarihsel bir değerlendirme değil; günümüz anayasal tartışmaları için de önemli bir düşünsel referans noktası sunmaktadır.
Bu çalışma, Mehmet Âkif Ersoy’un Cumhuriyet’in ilk yıllarında karşı karşıya kaldığı siyasal, sosyal ve hukuki sorunları, demokrasi ve insan hakları ekseninde ele alarak, günümüz Türkiye’si ile karşılaştırmalı bir anayasal değerlendirme yapmayı amaçlamıştır. İnceleme, anayasa hukuku, genel kamu hukuku ve ceza hukuku perspektiflerinin birlikte ele alınması yoluyla, hukuk devleti ilkesinin tarihsel sürekliliğini ve güncel kırılganlıklarını ortaya koymuştur. Erken Cumhuriyet döneminde hukuk devleti ilkesinin kurumsallaşamaması, büyük ölçüde kurucu iktidarın ideolojik öncelikleri ve modernleşme hedefleriyle açıklanabilir. Siyasal çoğulculuğun yokluğu, olağanüstü yargı mekanizmaları ve temel haklara yönelik sınırlamalar, hukukun siyasal iktidarın bir aracı hâline gelmesine yol açmıştır. Mehmet Âkif Ersoy’un bu döneme ilişkin eleştirileri, bireysel bir muhalefetin ötesinde, adalet, meşruiyet ve toplumsal rıza temelli bir hukuk anlayışının ifadesi olarak değerlendirilmelidir.
Günümüz Türkiye’sinde ise anayasal ve yasal güvenceler bakımından daha gelişmiş bir normatif çerçeve bulunmasına rağmen, benzer sorunların farklı biçimlerde varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Özellikle kuvvetler ayrılığı ilkesinin zayıflaması, yargı bağımsızlığına ilişkin tartışmalar ve ceza hukukunun geniş yorumlanması, demokratik hukuk devleti ilkesinin fiilî uygulanışını sınırlayan temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, normatif anayasal düzen ile siyasal pratik arasındaki gerilimin devam ettiğini göstermektedir. Genel kamu hukuku açısından bakıldığında, devlet–toplum ilişkisinde meşruiyet sorunu, her iki dönemin ortak paydasını oluşturmaktadır. Erken Cumhuriyet’te bu sorun, toplumsal değerlerle yeterince uzlaştırılmamış reformlardan kaynaklanırken; günümüzde denge ve denetleme, şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılımcılık eksikliği üzerinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda hukuk devleti, yalnızca hukuki normların varlığıyla değil, bu normların toplumsal karşılık bulmasıyla anlam kazanmaktadır. Ceza hukuku bakımından yapılan değerlendirme ise, istisna rejimlerinin ve olağanüstü uygulamaların, insan hakları açısından taşıdığı riskleri açık biçimde ortaya koymuştur. Erken Cumhuriyet döneminde İstiklal Mahkemeleri örneğinde görülen hak ihlalleri, günümüzde farklı araçlarla ve daha örtük biçimlerde gündeme gelmektedir. Bu durum, ceza hukukunun demokratik sistemler içinde sürekli bir denge ve denetim ihtiyacı taşıdığını göstermektedir. Mehmet Âkif Ersoy’un hukuk ve adalet anlayışı; ahlâkî meşruiyet, vicdan, iktidarın sınırlandırılması ve sorumluluk bilinci ekseninde değerlendirilmelidir. Şu dizeler bunu hepimize açıkça göstermektedir; “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git!, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” (Ersoy, 1924/2016, Safahat, “Süleymaniye Kürsüsünde”)
Çalışmanın ulaştığı temel sonuç, Mehmet Âkif Ersoy’un hukuk devleti, adalet ve meşruiyet merkezli eleştirilerinin, yalnızca tarihsel bir bağlama ait olmadığı; aksine günümüz Türkiye’sindeki anayasal tartışmalar açısından da önemli bir düşünsel referans sunduğudur. Ortak payda, devletin ideolojik yönelimi ile toplumun değerleri arasındaki denge arayışı ve bu dengenin hukuki güvencelerle desteklenememesidir. Fark ise, günümüzde bu sorunların varlık mücadelesi boyutundan ziyade, demokratik standartların niteliği ve derinliği üzerinden tartışılmasıdır. Sonuç olarak, Türkiye’de demokratik hukuk devletinin güçlendirilmesi, yalnızca anayasal ve yasal düzenlemelerle değil; aynı zamanda hukuk kültürünün, kurumsal bağımsızlığın ve insan hakları bilincinin geliştirilmesiyle mümkündür. Mehmet Âkif Ersoy’un düşünsel mirası, bu sürecin ahlaki ve hukuki temellerine ilişkin önemli ipuçları sunmaya devam etmektedir.
KAYNAKÇA
Arslan, Z. (2018). İdare hukuku ve özgürlükler. Yetkin Yayınları.
Anayasa Mahkemesi. (2020). B. No: 2016/16092, 26.3.2020 (Barış Akademisyenleri). Resmî Gazete.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2019). Selahattin Demirtaş / Türkiye (No. 2) (Başvuru No. 14305/17).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (2020). Kavala / Türkiye (Başvuru No. 28749/18).
Ersoy, M. Â. (2016). Safahat (Hzl. M. Ertuğrul Düzdağ). İstanbul: Dergâh Yayınları. (Orijinal eser 1924)
Gözler, K. (2020). Anayasa hukukunun genel teorisi (Cilt 1–2). Ekin Basım Yayın Dağıtım.
Mardin, Ş. (2018). Türkiye’de din ve siyaset (25. bs.). İletişim Yayınları.
Okay, M. O. (2010). Mehmet Âkif: Bir karakter heykelinin anatomisi. Dergâh Yayınları.
Özbudun, E. (2019). Türk anayasa hukuku (20. bs.). Yetkin Yayınları.
Tanör, B. (1999). İki anayasa: 1961–1982. Beta Yayıncılık

