GİRİŞ
Hukuk devleti ilkesinin temelini, yasaların herkes için bağlayıcı olması kadar yargı kararlarının da hukuk düzeninde kesinlik ve bağlayıcılık doğurması oluşturur. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının bağlayıcılığı, yalnızca anayasal bir norm değil, aynı zamanda hukuk devletinin işleyişini güvence altına alan temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 153. maddesi, AYM kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayacağını açık biçimde hüküm altına almıştır.[1] Bu hüküm, devletin tüm organlarının hukuki faaliyetlerinin Anayasa’ya uygunluk denetimi altında olduğunu göstermektedir. AYM kararlarının uygulanmaması ise yalnızca bireysel bir yargı hatası değil, Anayasa ihlali niteliği taşır. Nitekim Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi gereği, AYM kararlarının tanınmaması durumunda, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri fiilen işlevsiz hâle gelir.[2] Yasama organının iradesiyle gerçekleştirilmiş anayasal ve normatif düzenlemelerin geçersiz kılınması ise, millet iradesinin kurumsal temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal yetkilerinin ihlali niteliğinde değerlendirilebilir. Bu tür bir uygulama, demokratik meşruiyetin aşınmasına yol açabileceği gibi, yürütme veya yargı organlarının aşırı güç yoğunlaşmasına neden olarak otoriterleşme eğilimlerini ve “juristokrasi” olarak ifade edilen yargısal vesayet tartışmalarını da gündeme getirebilir.
Son dönemde Türkiye’de tartışma yaratan benzer olaylardan biri, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6 Kasım 2025 tarihli 2021/178 E., 2022/178 K. sayılı ek kararı ve akabinde yapılan itiraz neticesinde 14. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği kararları olmuştur. Bu karar, AYM’nin daha önce verdiği bir “hak ihlali” kararının uygulanmaması sonucunu doğurmuş, dolayısıyla AYM’nin bireysel başvuru mekanizması kapsamında verdiği kararların bağlayıcılığı konusunu yeniden gündeme taşımıştır.[3]
Bu olay aynı zamanda, yargı organları arasında hiyerarşi ve yetki ilişkisi konusundaki anayasal sınırların tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Özellikle bazı ilk derece mahkemelerinin, AYM kararlarının “yargısal yorum” niteliğinde olduğunu öne sürerek bu kararlara uymama eğilimi göstermesi, Anayasa’nın 153. maddesinin ihlali anlamına gelmektedir.[4] Bu durum yalnızca yargısal bir uyuşmazlık değil, aynı zamanda anayasal düzenin sürekliliğine ve kuvvetler ayrılığına yönelik bir krizdir. Bu makalenin amacı, AYM kararlarının bağlayıcılığı ilkesini anayasal ve hukuki boyutlarıyla incelemek, bu bağlamda 153. ve 154. maddeler arasındaki ilişkiyi “özel norm – genel norm” ilkesi çerçevesinde değerlendirmek ve İstanbul 13. ve 14. Ağır Ceza Mahkemesi kararları özelinde ortaya çıkan yargısal krizin anayasal analizini yapmaktır. Makale, öncelikle AYM kararlarının hukuki niteliğini ve normatif etkilerini değerlendirecek; ardından bağlayıcılık ilkesine aykırı davranışların doğurabileceği cezai ve disipliner sorumlulukları ele alacaktır. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları ışığında uluslararası hukuk yönünden de karşılaştırmalı bir inceleme yapılacaktır. Bu doğrultuda yapılan çalışmanın temel hipotezi şudur; “Anayasa Mahkemesi kararları, Anayasa’nın 153. maddesi uyarınca mutlak bağlayıcılığa sahiptir. Hiçbir yargı organı, bu kararlara uymama gerekçesiyle Anayasa’ya aykırı bir tutum geliştiremez. Aksi davranış, hem Anayasa’nın üstünlüğü ilkesini hem de hukuk devleti ilkesini ihlal eder.”
- NORMLAR HİYERARŞİSİ ÇERÇEVESİNDE ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARININ HUKUKİ NİTELİĞİ
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasal Konumu: Anayasa Mahkemesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 146 ila 153. maddeleri arasında düzenlenmiş olup, temel görevi anayasanın üstünlüğünü ve normlar hiyerarşisinin korunmasını sağlamaktır. Bu görev, yalnızca norm denetimiyle sınırlı olmayıp, 2010 anayasa değişikliğiyle birlikte getirilen bireysel başvuru yetkisi sayesinde, temel hak ve özgürlüklerin korunmasında da merkezi bir rol üstlenmiştir.[5] Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığı, anayasal sistem içinde yalnızca “kesinlik” anlamına gelmez; aynı zamanda “üstün normatif etki”yi de ifade eder. Nitekim Anayasa’nın 11. maddesi, Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayacağını açıkça belirtmekte; dolayısıyla AYM kararlarının da bu hükümle birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı, “anayasanın üstünlüğü ilkesi”nin doğal sonucudur. Bir mahkemenin AYM kararına uymaması, dolayısıyla Anayasa’yı uygulamaktan kaçınması, hukuk düzeninde anayasal sadakat ilkesinin ihlali anlamına gelir.[6] AYM’nin iptal ve bireysel başvuru kararlarının gerekçeleri, normatif etkileri açısından yalnızca belirli bir davayla sınırlı olmayıp, genel hukuk uygulamasına yön verir.[7]
AYM Kararlarının Türleri ve Etki Alanları: Anayasa Mahkemesi kararları genel olarak iki ana kategoride incelenir: a) Norm Denetimi Kararları (iptal ve itiraz davaları), b) Bireysel Başvuru Kararları. Norm denetimi kararları, yasaların veya kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa’ya uygunluğunu denetler ve iptal kararı verildiğinde ilgili norm hukuk düzeninden çıkar. Bu kararlar, Resmî Gazete’de yayımlandığı anda yürürlüğe girer ve herkesi bağlar. Bireysel başvuru kararları ise, bireylerin temel haklarının ihlal edildiği iddiasıyla yaptıkları başvurular üzerine verilen kararlardır. Bu kararlar da Anayasa’nın 153. maddesi uyarınca bağlayıcıdır. Zira Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru kararlarıyla yalnızca ihlali tespit etmekle kalmaz; aynı zamanda ihlalin giderilmesi için yapılması gereken işlemleri belirler.[8] Bu kararların bağlayıcı niteliği, yalnızca “karar sonucu” ile sınırlı değildir. AYM’nin gerekçesi, ihlalin niteliğini ve nasıl giderileceğini ortaya koyar. Dolayısıyla, alt derece mahkemeleri AYM kararlarını uygularken gerekçeye de bağlı kalmak zorundadır.[9]
Anayasa Mahkemesi kararlarının kesinliği, yargı kararlarının hukuki güvenlik ve istikrar ilkelerine hizmet eder. AYM kararları “kesin” nitelikte olup, temyiz veya itiraz yoluna kapalıdır. Bu durum, Anayasa’nın 153. maddesinde açıkça düzenlenmiştir. Kesinlik, yargı mercilerinin AYM kararını “yeniden değerlendirme” veya “yorum yoluyla değiştirme” yetkisinin bulunmadığı anlamına gelir. Dolayısıyla, AYM kararına uymayan bir mahkeme, fiilen yeni bir anayasal düzen kurma yetkisini kendisinde görmüş olur.[10] Bu bağlamda, AYM kararına uymamak yalnızca bir yargısal hatadan ibaret değildir; aynı zamanda Anayasa’nın üstünlüğü ilkesine doğrudan aykırılık teşkil eder. Hukuk devleti, mahkemelerin Anayasa’ya uygun davranmaları kadar, Anayasa Mahkemesi’nin denetim sonuçlarına sadık kalmalarını da zorunlu kılar.[11] AYM’nin bağlayıcı kararlarına uymayan mahkemelerin eylemi, hem Anayasa ihlali hem de yargısal görev suçu olarak değerlendirilmelidir. Bu noktada, özellikle Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) denetim yetkisi önem kazanmaktadır. HSK, Anayasa’nın 159. maddesi uyarınca, “mahkemelerin bağımsızlığını ve tarafsızlığını gözetmekle” yükümlüdür. Dolayısıyla, AYM kararlarına kasten uymayan hâkim veya mahkeme üyeleri hakkında disiplin işlemi başlatılması anayasal bir zorunluluktur.[12]
Bağlayıcılığın Kaynağı Olarak Anayasa’nın 153. Maddesi: Anayasa’nın 153. maddesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğunu ve tüm organlar ile kişileri bağladığını hükme bağlar: “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmî Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Bu hüküm, AYM kararlarının uygulanmasını bir “seçimlik” alan olmaktan çıkarır ve emredici bir yükümlülük getirir. Dolayısıyla, kararların bağlayıcılığı hem biçimsel (kesinlik) hem de maddi (uygulama zorunluluğu) bir etki doğurur.[13] Maddenin ikinci fıkrasında yer alan “kararların geriye yürümeyeceği” hükmü, bağlayıcılığın kapsamını sınırlamaz; sadece iptal kararlarının zamansal etkisini belirler. Dolayısıyla bir mahkeme, “karar bana uygulanmaz” gerekçesiyle AYM kararını göz ardı edemez. AYM kararlarının bağlayıcılığı, yalnızca iptal davaları için değil, bireysel başvurular sonucunda verilen hak ihlali kararları için de geçerlidir. Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru kararlarının da aynı bağlayıcılıkta olduğunu birçok kararında vurgulamıştır. Nitekim, AYM’nin 2018 tarihli Şahin Alpay kararı, mahkemelerin bireysel başvuru kararlarına uymak zorunda olduğunu açıkça ortaya koymuş ve daha sonra verilen çok sayıda kararda ilgili kararın gerekçesine atıfta bulunulmuştur.[14]
Anayasa’nın 154. Maddesi Kapsamında Yargıtay’ın Konumu ve Yetki Sınırı: Anayasa’nın 154. maddesi Yargıtay’ı, adli yargı sisteminin en üst dereceli mahkemesi olarak tanımlar. “Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adlî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.” Bu hüküm, Yargıtay’ın yalnızca adli yargı hiyerarşisi içinde “nihai merci” olduğunu belirtir; anayasal denetim veya üst norm koyma yetkisi tanımaz. Dolayısıyla, Yargıtay’ın konumu “hiyerarşik” bir üstünlük değil, “yargısal temyiz” düzeyinde bir üstünlüktür. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında yetki çatışması söz konusu olamaz. AYM’nin kararları, Yargıtay da dahil olmak üzere tüm yargı organlarını bağlar. Zira AYM, “anayasal yargı” iken, Yargıtay “adli yargı” organıdır. AYM kararlarının uygulanması, yargısal bağımsızlık ilkesiyle çelişmez; aksine, bağımsızlığın sınırlarını anayasal düzenin içinde belirler.[15]
Özel Norm-Genel Norm İlişkisi: Hukuk normları arasındaki öncelik ilişkisi bakımından, özel norm–genel norm ilkesi önemlidir. Bu ilkeye göre, bir konuda hem özel hem de genel nitelikli iki norm bulunuyorsa, özel norm öncelikli olarak uygulanır.[16] Bu bağlamda, Anayasa’nın 153. maddesi “Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı” konusunu özel olarak düzenlerken, 154. madde Yargıtay’ın görev alanını belirleyen genel bir hüküm niteliğindedir. Dolayısıyla bu iki hüküm çatıştığında, 153. madde öncelikli olarak uygulanır. Nitekim doktrinde de bu yönde güçlü bir görüş birliği vardır. Kemal Gözler, 153. maddenin 154’e nazaran özel hüküm olduğunu, dolayısıyla AYM kararlarının bağlayıcılığının hiçbir şekilde Yargıtay veya diğer mahkemelerce sınırlanamayacağını belirtmiştir.[17] Aynı şekilde, İbrahim Kaboğlu da AYM’nin anayasal konumunun “normlar hiyerarşisinin tepesinde” olduğunu vurgular.[18]
Normatif Hiyerarşi ve Uygulama Önceliği: Türk hukukunda normatif hiyerarşinin tepesinde Anayasa, ardından kanunlar, daha sonra yönetmelikler ve idari işlemler yer alır. Hukuk devleti, tüm organların Anayasa’ya bağlı olduğu bir yönetim biçimidir. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı yalnızca bir yargı meselesi değil, anayasal sadakat meselesidir. Devletin tüm organları, Anayasa’ya bağlılık yemini etmiş olup, bu bağlılık AYM kararlarına saygı göstermeyi de içerir. Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması, yalnızca yargı erkini değil, devletin anayasal bütünlüğünü de tehdit eder. Çünkü AYM, Anayasa’nın “hakem” organıdır; onun kararlarını geçersiz saymak, fiilen “anayasal düzeni inkâr” anlamına gelir.[19] Bu nedenle AYM kararlarının bağlayıcılığı, yalnızca bir hukuk normu değil, demokratik anayasal düzenin varlık şartıdır. Mahkemelerin bağımsızlığı ise keyfilik değil, Anayasa’ya sadakat sınırları içinde bağımsızlıktır.
Bu yapı içinde Anayasa Mahkemesi kararları, doğrudan Anayasa’nın uygulanma biçimini belirleyen normatif etkiye sahiptir.[20] Dolayısıyla bir mahkemenin AYM kararına uymaması, normatif hiyerarşiyi tersine çevirmek anlamına gelir. Bu durum, yalnızca “uygulama sorunu” değil, anayasal sadakat ihlali olarak değerlendirilmelidir. AYM kararlarının uygulanmaması, ayrıca Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin de ihlali niteliğindedir.[21] Çünkü hukuk devleti, yalnızca normların varlığıyla değil, o normların fiilen uygulanmasıyla anlam kazanır.[22]
- İSTANBUL 13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ KARARI (6.11.2025) VE YARGISAL KRİZİN ANAYASAL ANALİZİ
Olayın Özeti ve Hukuki Çerçeve: İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6 Kasım 2025 tarihli, 2021/178 E. ve 2022/178 K. sayılı ek kararı, Türkiye’de anayasal yargı düzeni açısından son yılların en dikkat çekici gelişmelerinden biri olmuştur. Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin aynı dosyada verdiği “hak ihlali” kararını uygulamayı reddetmiş; gerekçesinde ise, AYM’nin delil değerlendirmesine girdiğini ve bu nedenle mahkemenin takdir yetkisine müdahale ettiğini ileri sürmüştür.[23] Bu tutum, AYM kararlarının Anayasa’nın 153. maddesi uyarınca bağlayıcı olduğu yönündeki açık hükme rağmen, alt derece bir mahkemenin bu kararlara karşı direnme kararı vermesi anlamına gelmektedir.[24]
Anayasaya Sadakat İlkesi Açısından Değerlendirme: Anayasal sadakat ilkesi, devletin tüm organlarının Anayasa’ya bağlı kalma yükümlülüğünü ifade eder. Bu ilke, Anayasa’nın 11. maddesinde “Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar.” şeklinde açıkça düzenlenmiştir. Dolayısıyla, bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi kararına uymaması, Anayasa’ya bağlılık yükümlülüğünün doğrudan ihlalidir. AYM kararına uymamak, mahkemenin kendi yetkisini aşarak fiilen anayasa koyucu gibi davranması anlamına gelir. Bu durum, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal ettiği gibi, aynı zamanda kuvvetler ayrılığı ilkesine de aykırıdır.[25] Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan bir mahkeme, yalnızca bireysel bir hata yapmış olmaz; devletin bütünlüğü açısından anayasal düzenin sürekliliğini de zedeler. Çünkü hukuk düzeninde bir normun üstünlüğü, o normun uygulanma gücü ile ölçülür. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, Anayasa’nın fiilen askıya alınması anlamına gelir.[26]
Böyle bir durumda hukuk sisteminin özellikle yargı eliyle kendi kendisini ortadan kaldırması düşünülemeyeceğine göre alt derece mahkemesinin kararının “yok hükmünde” olduğu yönünde doktrinde güçlü görüşler bulunmaktadır. Zira AYM kararlarına aykırı bir karar, Anayasa’ya aykırı bir işlemin sonucu olarak değerlendirilmeli; bu tür kararlar “hukuken varlık kazanamaz” olarak kabul edilmelidir.[27] Anayasa Mahkemesi, bu durumu bir kararında “ Türlü bahaneler ve hukuk tanımaz tutum ve davranışlarla Anayasa’yı koruma ve anayasal kurallara sadakat gösterme yükümlülüğü bulunan mahkemelerin ve kamu gücünü kullanan diğer organların, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine ve mevcut ihlallerin sürdürülmesine neden olacak şekilde, Anayasa’nın öngördüğü hukuk düzenine karşı koyma anlamına gelen keyfi kararlara hiçbir hukuk sisteminde müsaade edilemez.” olarak nitelendirmiştir.[28]
Yargı Bağımsızlığı ve Anayasal Denetim İlişkisi: İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararında, “yargı bağımsızlığı” gerekçesiyle AYM kararının uygulanmadığı görülmektedir. Mahkeme, “delil değerlendirmesi ve takdir yetkisinin Anayasa Mahkemesi’nce sınırlandığını” ileri sürmüştür. Oysa yargı bağımsızlığı, Anayasa’ya aykırı davranma serbestisi anlamına gelmez. Yargı bağımsızlığı, Anayasa’nın öngördüğü sınırlar içinde, hukuk normlarına uygun hareket etme özgürlüğüdür. Anayasa Mahkemesi’nin kararları da bu normatif çerçevenin parçasıdır. AYM’nin bireysel başvuru kararları, alt derece mahkemelerinin takdir yetkisini ortadan kaldırmaz; aksine, o takdirin anayasal sınırlarını belirler. Bu açıdan AYM’nin denetimi, “yerindelik denetimi” değil, “anayasal uygunluk denetimi”dir. Dolayısıyla İstanbul 13. ACM’nin gerekçesi, anayasal açıdan savunulabilir değildir.
Anayasa Mahkemesi’nin Rolü ve Anayasal Hakemlik: Anayasa Mahkemesi, devlet organları arasındaki yetki çatışmalarını çözen ve Anayasa’nın yorumunda son sözü söyleyen anayasal hakem konumundadır. Bu konum, Anayasa’nın 148. maddesiyle belirlenmiştir. Bu nedenle, AYM’nin verdiği bir kararın “yanlış” veya “yerinde olmadığı” gerekçesiyle uygulanmaması, anayasal hakemliğin reddi anlamına gelir. Hukuk devletinde, alt derece mahkemelerin AYM kararlarını “doğruluk denetimine” veya “geçerlilik kontrolüne” tabi tutma yetkisi bulunmamaktadır. AYM kararlarına uymamak, fiilen “yeni bir anayasal düzen” oluşturma girişimi olarak değerlendirilebilir. Çünkü anayasanın yorumunda nihai yetki AYM’ye aittir. Aksi durumda, her mahkeme kendi “anayasa yorumunu” geliştirir ve hukuk birliği ortadan kalkar. Bu da anayasal anarşi riskini doğurur.[29]
Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) Sorumluluğu: Anayasa’nın 159. maddesi, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) “mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatını gözetme” görev ve sorumluluk yüklemektedir. İstanbul 13. ACM kararı örneğinde yukarıda bahsedilen gerekçelerle, HSK’nın harekete geçmemesi veya soruşturma açmaması durumunda, kurumsal ve bireysel sorumluluk gündeme gelir. Çünkü AYM kararlarına sistematik biçimde uymayan mahkemeler, yalnızca bireysel değil, kurumsal anayasa ihlali meydana getirir. Bu tür durumlarda, hâkimlerin fiilleri TCK m.257 (görevi kötüye kullanma) kapsamında da değerlendirilebilir. Anayasa Mahkemesi kararını uygulamamak, “görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olmak” fiilini oluşturur. Bu durum, hem disiplin suçu hem de cezai sorumluluk doğurabilir. Görevinin gereğini yerine getirmeyen HSK kurumsal ve onun ötesinde bireysel anlamda işlenen, işlenmeye devam edildiği düşünülen kusurun veya suçun şeriki olarak değerlendirilebilir.
Yargı Krizinin Sistemsel Sonuçları: İstanbul 13. ACM kararı, yalnızca bir yargısal yorum farkı değil, anayasal düzenin fiilen sorgulanması anlamına gelir. Bu tür kararlar, yargı organları arasında “meşruiyet” çatışmasına neden olur ve hukuk güvenliği ilkesini zedeler. Bir ülkede aynı anda iki farklı “anayasa uygulaması” varsa, orada hukuk devleti değil, yargısal ikilik vardır. Bu durum, bireylerin adil yargılanma hakkını (AİHS m.6) doğrudan ihlal eder. Çünkü birey, hangi yargı kararının bağlayıcı olduğundan emin olamaz. Sonuç olarak, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararı örneğinde görülen bu tutum, anayasa ihlali, yetki aşımı ve yargısal keyfilik niteliği taşımaktadır. Bu durumun sürmesi hâlinde, Türkiye’de yargı otoritesi açısından bir anayasal meşruiyet krizi doğması kaçınılmazdır.[30]
III. ULUSLARARASI HUKUK VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ PERSPEKTİFİ
Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun İç Hukuktaki Konumu: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunlar arasında çatışma olması hâlinde, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağını öngörmektedir.[31] Bu hüküm, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve buna bağlı protokolleri, doğrudan üst norm konumuna taşır. Dolayısıyla, AİHM’in AİHS’e ilişkin içtihatları, yalnızca Avrupa düzeyinde değil, Türk hukuk düzeni bakımından da bağlayıcı niteliktedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) İçtihadı: AİHM’in yerleşik içtihadına göre, ulusal mahkemelerce verilen nihai ve bağlayıcı kararların uygulanmaması, adil yargılanma hakkının (AİHS m. 6) ihlaliyle sonuçlanabilmektedir. Hornsby/Yunanistan davasında Mahkeme, Yunan Danıştayı’nın başvurucular lehine verdiği kararın idare tarafından uzun süre icra edilmemesini, AİHS m. 6 kapsamında ihlal olarak nitelendirmiş ve bir mahkeme kararının icrasını, “yargılanma hakkı”nın ayrılmaz parçası saymıştır. Benzer şekilde, Burdov/Rusya davasında, başvurucu lehine verilmiş ve kesinleşmiş iç yargı kararlarının uzun süre icra edilmemesi, Sözleşme’nin 6. maddesinin ve 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlali olarak değerlendirilmiştir. AİHM, devletin, kendi mahkemelerinin verdiği kesinleşmiş kararlara uymamasını veya icrasında aşırı gecikmeye sebep olmasını, Sözleşme’den doğan yükümlülükleriyle bağdaşmaz görmüştür. Assanidze/Gürcistan kararında ise AİHM, Gürcistan Yüksek Mahkemesi’nin başvurucunun beraatine ve derhal salıverilmesine ilişkin nihai kararına rağmen, başvurucunun Acaristan bölgesindeki makamlarca tutulmaya devam edilmesini, AİHS m. 5 ve m. 6 kapsamında ağır bir ihlal olarak nitelendirmiş; bu durumun hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmadığını vurgulamış ve başvurucunun derhal serbest bırakılmasına hükmetmiştir. Bu içtihatlar, Türkiye bakımından Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bireysel başvuru kararlarının bağlayıcılığı açısından da yol göstericidir. Zira AYM, iç hukukta temel hakların son denetim merciidir. AYM’nin bireysel başvuru yoluyla verdiği ihlal kararlarının gereklerinin alt derece mahkemelerce yerine getirilmemesi, AİHM’in mahkeme kararlarının icrasına ilişkin içtihadı çerçevesinde, etkili yargısal korumanın fiilen zayıflatılması ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurabilecek niteliktedir. AİHM ayrıca Kudła/Polonya kararında, etkili bir iç hukuk yolunun varlığının yalnızca “teorik” ve “hukuken mevcut” olmasının yeterli olmadığını, bu yolun “pratik ve etkili” olması gerektiğini açıkça vurgulamıştır. Bu bakımdan, bireysel başvuru sonucu verilen AYM kararlarının uygulanmaması, bu yolu fiilen etkisiz hâle getirir ve Sözleşme’nin 13. maddesi anlamında “etkili başvuru” güvencesini tartışmalı hâle getirir.
AİHS m.6 ve m.13 Açısından Anayasa Mahkemesi Kararlarının Bağlayıcılığı: AİHS m. 6, yalnızca “usulün adilliğini” değil, aynı zamanda mahkeme kararlarının icra edilebilir ve fiilen icra edilen kararlar olmasını da kapsayacak şekilde yorumlanmaktadır. AİHM’e göre, bir mahkeme kararı kâğıt üzerinde kalıyor ve fiilen hayata geçirilmiyorsa, başvurucunun “mahkemeye erişim” ve “yargılanma” hakkı anlamını büyük ölçüde yitirir. Bu, Hornsby ve Burdov gibi kararların ortak sonucudur. AYM’nin bireysel başvuru kapsamında verdiği hak ihlali kararları, iç hukukta temel hakların son yargısal denetimi niteliğindedir. AYM’nin ihlal tespiti yaptığı bir durumda, alt derece mahkemesinin bu karara uymaması veya gereklerini yerine getirmemesi, bireyin mahkemeye erişim hakkını ve aldığı yargısal korumayı fiilen anlamsızlaştırabilir. Bu tür bir uygulama, koşullarına göre hem AİHS m. 6 (adil yargılanma hakkı) hem de m. 13 (etkili başvuru hakkı) bakımından ihlal riski doğurur. AİHM, Hasan Uzun/Türkiye (k.k.) kararında, Türkiye’de Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruyu, kural olarak tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak kabul etmiş; başvurucunun AYM’ye gitmeden Strasbourg’a gelmesini gerekçe göstererek başvuruyu iç hukuk yollarının tüketilmemesi sebebiyle kabul edilemez bulmuştur. Mahkeme bu değerlendirmeyi yaparken, AYM kararlarının bağlayıcılığına ve bireysel başvuru yolunun erişilebilirliğine de atıf yapmaktadır. Bu, AİHM’in AYM’ye bireysel başvuruyu en azından belirli hak kategorileri bakımından “etkili iç hukuk yolu” olarak gördüğünü göstermektedir. Ne var ki, bir yolun AİHM tarafından “kural olarak tüketilmesi gereken etkili bir başvuru yolu” olarak kabul edilmesi, bu yolun her somut olayda fiilen etkili şekilde işlediği anlamına gelmez. AYM ihlal kararlarının sistematik biçimde uygulanmaması veya göz ardı edilmesi hâlinde, bireysel başvuru yolu, Kudła içtihadında aranan anlamda “pratik ve etkili” olma vasfını kaybedebilir ve bu durum AİHS m. 13 çerçevesinde yeni ihlal kararlarına yol açabilir.
Uluslararası Hukukta Mahkeme Kararlarına Uyma Yükümlülüğü: Birleşmiş Milletler Şartı’nın 94. maddesi, taraf devletlerin, taraf oldukları uyuşmazlıklarda Uluslararası Adalet Divanı (UAD) kararlarına uymayı taahhüt ettiklerini açıkça düzenler. Bu hüküm, devletlerin taraf oldukları uluslararası yargı mercilerinin kararlarına uyma yükümlülüğünü ortaya koyar. AİHS bakımından da benzer biçimde, Sözleşme’nin 46. maddesi, taraf devletlerin AİHM’in kesinleşmiş kararlarına uymakla yükümlü olduğunu düzenler. Bu çerçevede devletler, ulusal hukuk düzenlerini AİHM kararlarıyla uyumlu hâle getirmek, ihlalin sonuçlarını gidermek ve benzer ihlallerin tekrarını önlemek için gerekli tedbirleri almak zorundadır.
Devletin, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirirken iç hukuk mekanizmalarına (anayasa mahkemesi, yüksek mahkemeler, idari makamlar vb.) dayandığı açıktır. Bu bağlamda, ulusal anayasa mahkemesi kararlarına sistematik olarak uyulmaması, uluslararası hukukta genel kabul gören iyi niyet (bona fides) ve yükümlülüklerin iç hukukla bertaraf edilemeyeceği ilkeleriyle bağdaşmaz. Ancak bu tespitin, doğrudan ve otomatik biçimde “her AYM kararına uyulmaması, başlı başına pacta sunt servanda ihlalidir” gibi kategorik bir formüle indirgenmesi, daha çok doktrinel bir yorum niteliğindedir. Yine de, AYM kararlarının bağlayıcılığının zayıflatılması, devletin AİHS ve benzeri uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini fiilen yerine getirme kapasitesini ciddi biçimde sorgulanabilir hâle getirir.
Türkiye’nin Uluslararası Sorumluluğu ve Yükümlülükleri: Türkiye’nin AİHS uyarınca başlıca yükümlülüklerinden biri, Sözleşme’de güvence altına alınan hak ve özgürlükleri kendi yetki alanı içinde herkese fiilen sağlamaktır (AİHS m. 1). Bu yükümlülüğün yerine getirilmesinde, AYM’nin bireysel başvuru kararları kilit bir rol üstlenmektedir; zira AYM, AİHM içtihadını esas alarak hak ihlallerini tespit etmekte ve ihlalin sonuçlarının giderilmesi için bağlayıcı kararlar vermektedir. Alt derece mahkemelerin veya idari makamların AYM kararlarını uygulamaması durumunda, ortaya çıkan ihlal, AİHM’in yerleşik içtihadına göre “devlet organlarının bütünlüğü” ilkesi gereği doğrudan devlete atfedilir. AİHM, farklı kararlarında, devletin yasama, yürütme veya yargı organları arasında yetki paylaşımına nasıl gittiğinin, Sözleşme’den doğan sorumluluğu bakımından belirleyici olmadığını; her bir organın eylem ve ihmallerinin devlete isnat edileceğini defalarca vurgulamıştır. Dolayısıyla AYM’nin ihlal kararlarının alt derece mahkemeler ve idari makamlar tarafından fiilen uygulanmamasının yaygın ve süreklilik arz eden bir hâl alması hâlinde, AİHM’in Türkiye aleyhine yapısal/sistemik sorunlara işaret eden kararlar verme ihtimali güçlenir. Böyle bir tablo, yalnızca bireysel ihlallerin değil, aynı zamanda bireysel başvuru yolunun ve AYM kararlarının fiili etkinliğinin tartışma konusu olmasına yol açabilir.
- YARGI MENSUPLARININ SORUMLULUĞU: DİSİPLİN VE CEZA HUKUKU BOYUTU
Genel Olarak Yargı Sorumluluğu Kavramı: Yargı mensuplarının sorumluluğu, hukuk devletinin en önemli denge mekanizmalarından biridir. Yargı bağımsızlığı, hâkimlerin hiçbir baskı altında kalmadan karar vermesini sağlarken; yargısal sorumluluk ise bu bağımsızlığın keyfîliğe dönüşmesini engeller.[32] Hâkimler ve savcılar, görevlerini Anayasa, kanunlar ve hukuka uygun biçimde yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi kararlarına kasten uymamak, hâkimin görevini kötüye kullanması anlamına gelir. Bu tür davranışlar, hem disiplin hem de ceza hukuku bakımından yaptırıma tabi tutulabilir.[33]
Ceza Hukuku Açısından Değerlendirme: Ceza hukuku açısından en önemli norm, Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesidir. Bu maddeye göre,“Kanunda yazılı haller dışında, görevin gereklerine aykırı hareket eden kamu görevlisi, görevi kötüye kullanma suçunu işlemiş olur.” Bir hâkimin, Anayasa Mahkemesi kararına kasten uymaması, görevini “Anayasa’ya ve kanuna uygun olarak yerine getirmemesi” anlamına gelir. Bu durumda, fiil TCK m.257 kapsamında “görevi kötüye kullanma” suçunu oluşturur. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi kararına uymamak sonucunda bir kişinin özgürlüğünün hukuka aykırı biçimde kısıtlanması hâlinde, TCK m.109 (kişiyi hürriyetinden yoksun kılma) suçunun da gündeme gelmesi mümkündür.[34] Nitekim AYM’nin hak ihlali kararıyla tahliye edilmesi gereken bir kişinin, alt mahkeme kararıyla hürriyetinden mahrum bırakılması, doğrudan bu madde kapsamında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararında olduğu gibi, AYM kararının uygulanmaması, yalnızca disiplin değil, cezai sorumluluk doğurabilecek nitelikte haksızlık içeriği olan bir fiil olarak görülmelidir.[35]
Disiplin Hukuku Açısından Değerlendirme: Disiplin hukuku, kamu görevlilerinin görevlerini hukuka uygun biçimde yürütmelerini sağlamak amacıyla düzenlenmiştir. Hâkimler bakımından bu konu, Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda açık biçimde düzenlenmiştir. Bu kanunun 69. maddesinde, altı aydan fazla hapis cezasını gerektirir suçlardan hüküm giymenin meslekten çıkarma cezasını doğuracağı belirtilmektedir.[36] Dolayısıyla, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyelerinin AYM kararına uymama yönündeki eylemleri, ağır bir disiplin suçu teşkil eder ve görevi kötüye kullanma suçundan ceza alması halinde aynı zamanda meslekten ihracı gerektirecek doğrultuda bir disiplin cezasının verilmesi kaçınılmazdır. Zira bu davranış, sadece “hukuki hata” değil, bilinçli ve istikrarlı bir anayasal direniş olarak değerlendirilmelidir.[37]
Hukuki Sorumluluk ve Tazminat Boyutu: Hâkimlerin yargısal kararlarından doğan zararlar bakımından, Devletin sorumluluğu ilkesi geçerlidir. Anayasa m.129 ve HMK m.46 hükümleri uyarınca, hâkimlerin görevlerinden doğan zararlar öncelikle Devlet tarafından karşılanır, ardından hâkime rücu edilir.[38] Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmaması sonucunda bir kişinin hürriyetinin veya hakkının ihlal edilmesi hâlinde, Devletin tazminat sorumluluğu doğar. Ancak bu sorumluluk, yalnızca mali bir telafi değil; aynı zamanda anayasal düzene karşı ihlalin kurumsal bedeli anlamına gelir. Bu tür tazminatlar, hukuk devleti ilkesinin “ihlal edenin bedel ödemesi” mantığıyla doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla, AYM kararlarını uygulamayan hâkimlere rücu edilmesi, yalnızca yasal değil, etik bir zorunluluktur.[39]
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı meselesi, yalnızca teknik bir hukuk sorunu değil, Türkiye’de anayasal düzenin sürekliliği ve hukuk devletinin işlerliği bakımından yaşamsal bir meseledir. Anayasa’nın 153. maddesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının “kesin” ve “bağlayıcı” olduğunu açıkça düzenlemektedir. Bu hüküm, sadece norm denetimi kararları için değil, bireysel başvuru kararları için de geçerlidir. 153. madde, Anayasa’nın 154. maddesine göre özel nitelikli bir norm olup öncelikli olarak uygulanmalıdır. Yargıtay’ın ve diğer mahkemelerin nihai karar merci olmaları, Anayasa Mahkemesi’nin “anayasal denetim otoritesine” halel getirmez. Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamak, yalnızca bir yargısal tercih değil, anayasal düzenin reddi anlamına gelir.
Hukuk devleti, normların varlığı kadar, bu normların etkin biçimde uygulanmasına bağlıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini fiilen işlevsiz hâle getir. Ayrıca, Anayasa’nın 11. maddesinde ifade edilen “Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar” ilkesi, AYM kararlarına uyulmaması hâlinde ihlal edilmiş olur. Bu nedenle, AYM kararlarına uymayan bir mahkeme, sadece normatif düzene değil, anayasal sadakat yükümlülüğüne de aykırı davranmış olur. Anayasal sadakat, devletin organları arasında bir “güven ve bağlılık ilişkisi” tesis eder. Bu ilişki zedelenirse, kuvvetler ayrılığı ilkesi çatışma alanına dönüşür.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 6 Kasım 2025 tarihli kararı, Türkiye’de yargı organları arasındaki koordinasyonun ve anayasal sadakatin ciddi biçimde zedelendiğini göstermektedir. Mahkemenin, AYM’nin “hak ihlali” kararını uygulamaması, yargı bağımsızlığını anayasal yükümlülüğe üstün tutma girişimidir. Oysa yargı bağımsızlığı, Anayasa’ya bağlılıkla sınırlı bir bağımsızlıktır; bu ilke “anayasal sorumsuzluk” anlamına gelmemektedir. Bu olay, hukuk düzeninde iki farklı meşruiyet hattı yaratmıştır: Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına dayanan anayasal meşruiyet hattı ve alt derece mahkemelerin “kendi takdir alanlarını” koruma iddiasına dayanan yargısal özerklik hattı. Bu iki hattın çatışması, anayasal ikilik tehlikesini doğurur. Bu durumun sürmesi hâlinde, hukuk birliği ortadan kalkar ve bireylerin adil yargılanma hakkı fiilen güvencesiz hâle gelir.
Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamak, yalnızca iç hukuk bakımından değil, uluslararası hukuk açısından da sonuç doğurur. AİHS’in 6. ve 13. maddeleri uyarınca, bireylerin “adil yargılanma” ve “etkili başvuru” haklarının korunması devletin pozitif yükümlülüğüdür. AYM kararlarının uygulanmaması, bireysel başvuru kurumunu etkisiz hâle getirir ve Türkiye’nin AİHM önünde sorumluluğuna yol açar. AİHM içtihatlarına göre, ulusal yüksek mahkeme kararlarının uygulanmaması, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin ihlali anlamına gelir. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamak, Türkiye’nin uluslararası itibarını ve AİHM nezdindeki güvenilirliğini zedeler.
Anayasa Mahkemesi kararlarına kasten uymayan hâkimler açısından, TCK m.257 (görevi kötüye kullanma) hükmü uygulanabilir niteliktedir. Ayrıca, hak ihlali kararının uygulanmaması sonucunda kişi özgürlüğü ihlal edilmişse, TCK m.109 (kişiyi hürriyetinden yoksun kılma) suçu da oluşabilir. Bunun yanında, Hâkimler ve Savcılar Kanunu uyarınca, anayasaya ve kanuna açıkça aykırı karar veren hâkimler hakkında disiplin cezası verilmesi mümkündür. HSK’nın, AYM kararlarını uygulamayan hâkimlere yönelik disiplin süreçlerini etkin biçimde işletmemesi hâlinde, eylemli birliktelik bağlamında kurumsal ve bireysel sorumluluk doğar.
Kaynakça
[1] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, m.153: “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmî Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.”
[2] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[3] İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 6.11.2025 tarihli ek karar (2021/178 E., 2022/178 K.).
[4] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[5] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[6] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[7] Göztepe, Ece, Bireysel Başvuru Kararlarının Bağlayıcılığı ve İcrası Sorunu ile Kurumsallaşma İhtiyacı, Anayasa Yargısı, 33, 2016.
[8] (Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, § …)
[9] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[10] Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Beta, 2020.
[11] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[12] Anayasa, m.159.
[13] Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Ankara: Yetkin, 2022.
[14] (Şahin Alpay (2) [GK], B. No: 2018/3007, 15/3/2018, § …)
[15] Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Beta, 2020.
[16] Dönmezer, Sulhi, Hukukun Genel İlkeleri, İstanbul: Filiz Kitabevi, 1995.
[17] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[18] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[19] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[20] Anayasa m.11 ve m.153 birlikte değerlendirildiğinde bu sonuç çıkar.
[21] (Şerafettin Can Atalay (3) [GK], B. No: 2023/99744, 21/12/2023, § …)
[22] Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Ankara: Yetkin, 2022.
[23] İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 6.11.2025 tarihli karar, 2021/178 E., 2022/178 K.
[24] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[25] Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Ankara: Yetkin, 2022.
[26] Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Beta, 2020.
[27] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[28] (Şerafettin Can Atalay (3) [GK], B. No: 2023/99744, 21/12/2023, § …)
[29] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.
[30] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[31] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, m.90/son.
[32] Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, 16. Baskı, Ankara: Yetkin, 2022.
[33] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[34] Türk Ceza Kanunu, m.109.
[35] Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa: Ekin, 2020.
[36] 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, m.62.
[37] Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, 12. Baskı, Beta, 2020.
[38] Anayasa, m.129/5; HMK, m.46.
[39] Kaboğlu, İbrahim, Anayasa Hukuku Dersleri, 20. Baskı, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2023.

