Ağlamaktan Vazgeçip Aynaya Bakma Zamanı – Türkiye’nin Üretim Modelinde Kaçınılmaz Dönüşüm

Ekonomideki enflasyonla mücadele programı çerçevesinde uygulanan sıkı para politikasının yol açtığı durgunluk ve yarı kriz ortamından şikayet eden iş insanlarına elbette hak vermemek mümkün değil.

Faizlerin yüksekliği, finansmana erişimdeki zorluklar, iç talepteki daralma ve üretim maliyetlerindeki artış, reel sektör açısından gerçekten de zorlayıcı bir dönem yaratıyor.
Üretim yapmak, istihdam sağlamak, ihracatla ülke ekonomisine katkıda bulunmak hiç kolay değil. Ancak bütün bu tabloya rağmen, artık sadece şikâyet etmek değil, aynaya bakma zamanı.

Çünkü bu süreç, bir mağduriyet hikayesi olarak yıkımın değil, yeni bir üretim modeline geçişin sancısıdır. Ve eğer bu dönemi bir özeleştiri fırsatı olarak görüp doğru okuyabilirsek, Türkiye ekonomisinin geleceği için bir yeniden doğuşun da başlangıcı olabilir. Bunları dile getirince “eleştirmek kolay, gel sen üret de görelim” diyen sesleri duyar gibi olsam da, yüksek sesle ifade etmenin, tartışmanın kıymetli olduğuna inanıyorum.

*Üretim Gücüyle Büyüyen Türkiye Hayali!*

Yıllarını ülkesine hizmete adamış siyasetçiler, sanayiciler, bürokratlar, iş insanları, akademisyenler ve girişimciler olarak hepimizin ortak bir hedefi vardı: Türkiye’yi üretim gücüyle, istihdamıyla, ihracatıyla ve özgüveniyle büyütmek.
Bugün geldiğimiz noktada o hedefin tam ortasında, ama artık eski araçlarla yürüyemeyeceğimiz bir dönemeçteyiz.
Türkiye ekonomisi, büyümesini sürdürebilmek için dönüşüm cesaretine ihtiyaç duyuyor.

*Artık “Ucuz Emekle Rekabet Dönemi” Kapandı!*

Bir ekonomi, katma değer üretmeyen sektörlere yaslanarak büyüyemez.
Eğer geleceğe dair umut üretmek istiyorsak, bazı sektörlerin acı çekmesini, bazı ezberlerin bozulmasını göze almalıyız. Çünkü bugünün sorunları, dünkü reflekslerle çözülemiyor.
Yukarıda bahsettiğim gibi 2025’e birçok sektörümüz artan maliyetler, daralan kâr marjları ve küresel belirsizliklerle girdi.

Tekstil ve hazır giyim gibi ihracat devleri, asgari ücret ve kur baskısı altında üretim maliyetlerinin arttığından çok şikayetçi. Bazı firmalar üretimin bir kısmını Mısır gibi düşük iş gücü maliyetine sahip ülkelere kaydırdı ve veya kaydırmayı gündemine aldı.
Bu tablo kaygı verici olsa da, sorunun sadece iş gücü maliyetiyle açıklanması Türk sanayisinin dünyayı eksik okuduğunu gösteriyor.

Gerçek şu: Türkiye ihracatını yıllardır ucuz insan emeği üzerine inşa etti.
Her yıl yüz milyonlarca ton mal ihraç ediyoruz ama sattığımız şey, yüksek teknoloji ya da tasarım değil, düşük ücretli insan emeği (bunun istisnası olarak, Türk savunma sanayii geçmişte sadece ithal edilen sistemlerin kullanıcılığından artık kendi özgün sistemlerini tasarlayan, üreten ve ihraç eden bir aktöre dönüşmüştür. Bu dönüşüm, teknik bir sıçramanın ötesinde zihinsel bir devrimdir. Bugün, 3 bin 500’den fazla firması ve 100 bine yaklaşan çalışanı ile yaklaşık 1.400 savunma sanayi projesi yürütülmekte ve bu projeleri yerli tasarım, mühendislik ve üretim altyapısıyla şekillendirmektedir. İnsansız sistemlerden elektronik harp çözümlerine, siber güvenlikten uydu teknolojilerine kadar geniş bir alanda dünyayla rekabet edebilen ürünler geliştirebilmekteyiz. Bütün bu tablo, tam örnek alınacak tablo ama ihracat içindeki payı henüz %3,5’ta). Oysa dünya artık değişti. Batılı pazarlar “ucuz olanı” değil; dayanıklı tedarik zincirlerini, stratejik otonomiyi ve yüksek katma değeri önceliklendiriyor.

*Robotik Üretim Çağında İnsan Maliyetiyle Rekabet Mümkün Değil!*

Neoliberal küreselleşmenin çözülmesiyle üretim, merkez ülkelere geri çekiliyor.
Bugün ABD ve Avrupa, sadece tedarik zincirini değil, teknolojisini ve üretim kapasitesini de kendi içine taşımaya kararlı.
Bu koşullarda insan emeği üzerinden maliyet avantajı yaratmaya çalışan hiçbir ülke uzun vadede rekabet edemez.
Kura müdahale etseniz de, asgari ücreti düşük tutsanız da, robotun üretim maliyetiyle rekabet edemezsiniz.
Bu nedenle artık döviz kurunu savunmak değil, modeli dönüştürmek zorundayız.

*Verimlilik Krizi: Çalışıyoruz Ama Zenginleşemiyoruz!*

2023’te kilogram başına ihracat değeri 1.48 dolarken, 2024’te 1.42 dolara geriledi.
Yani aynı fabrika, aynı makine, aynı enerjiyle üretim yapıyoruz ama sattığımız ürün daha az değer ediyor.
Bu tablo, açık bir verimlilik krizidir. Çalışıyoruz ama karşılığını alamıyoruz. Üretiyoruz ama büyümüyoruz. Bu, salt ekonomik değil, stratejik bir tıkanmadır.
Dolayısıyla asgari ücret ve döviz kuru tartışmaları sadece günü kurtarır; geleceği kurmaz.
Gerçek soru şudur:
“Neden inovatif değiliz? Neden markalaşamıyoruz? Neden katma değerli üretim yapamıyoruz?”

*Gerçek Çözüm: Cesur Bir Yeniden Yapılanma!*

Kura yaslanmak, ekonomik bağımlılığın en yumuşak halidir.
Her kriz anında para birimini değersizleştirerek rekabet avantajı aramak, sistemik zayıflığın üzerini örtmektir.
Oysa kalıcı başarı, kendi içsel dönüşümünü başlatabilen sanayilerden çıkar.
Artık hiçbir ülke, sırf ucuz olduğu için ürünlerimize kapılarını sonsuza kadar açık tutmayacak.
ABD’de, Avrupa’da, Asya’da korumacı ekonomi anlayışı güçleniyor.
Türk lirası ne kadar değersizleşirse değersizleşsin, ürününüze olan talep artık garanti değil.
Yani hem insanımızı yoksullaştıran, hem ülkemizi düşük gelir tuzağına hapseden bir modelle yol alamayız.

Bizler Türkiye’nin değişim yıllarını yakından yaşamış, o değişime yön vermiş bir kuşağız.
Bugün de bir değişim döneminin eşiğindeyiz.
Ama bu kez mesele sadece ekonomi değil, bir zihniyet dönüşümü.
Kendimize şu cesur soruyu sormanın tam zamanı:
“Biz hâlâ eski dünyanın ezberleriyle mi hareket ediyoruz ?”

Cevap evetse, vakit kaybetmeden yön değiştirmeliyiz.
Çünkü yeni düzende ağlamak işe yaramayacak.
Artık ağlamaktan vazgeçip aynaya bakma zamanı!

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Kum Saatinde Sıkışan Türkiye: Sosyal Devletin İnce İpliği

Türkiye hızla yaşlanıyor, sosyal devlet ise bu yükün altında incelmiş bir ip gibi geriliyor. Orta sınıf eriyor, emeklilik...

Nobel Ödülü ve Yaratıcı Yıkım

2025 Nobel Ekonomi Ödülü, Joel Mokyr, Philippe Aghion ve Peter Howitt’e “yenilik (inovasyon) odaklı ekonomik büyümeyi açıkladıkları için”...