Rus dış politikası üzerine önemli uzmanlardan biri olan Dmitri Trenin, 2010 yılı sonunda başlayan Arap Ayaklanmaları sürecinde Kremlin’in Ortadoğu siyasetini analiz ederken önemli bir tespitte bulunur: “1980’lerin sonlarında Moskova’nın Ortadoğu’dan çekilmesi, Sovyetler Birliği’nin süper güç statüsündeki gerilemesinin işaret fişeğini yakmıştı. Bugün Putin yönetiminde Rusya’nın Ortadoğu sahnesine yeniden dönüşü, ülkenin eski Sovyet coğrafyası dışındaki büyük güç konumunu bir kez daha tesis etme amacını taşımaktadır.”[1] Trenin’in bu tespitini bölgesel gelişmeler büyük oranda doğruladı ve Moskova bir kez daha Ortadoğu’dan başlayarak küresel gücünü tahkim etmeye girişti.
Sovyetlerin Ortadoğu’su ve süreklilik dinamikleri
Kremlin’in Soğuk Savaş dönemindeki Ortadoğu politikası iki temel eksende şekillenip hayata geçirilmekteydi. Kremlin’in bu dönemdeki ilk önceliği, bölgede Batı emperyalizmine karşı bir cephe oluşturmak, bu bağlamda özellikle ABD ve İngiltere’yi dengeleyip karşılarında durmaktı. İkinci olarak, hem bu ilk amaca ulaşmak hem de bölgede kendisine yakın bir nüfuz çevresi tesis edebilmek için, devrimci hareketleri destekleyerek sosyalist bir etki alanı yaratmaktı. Bu açıdan Ortadoğu, hem anti-emperyalist mücadelenin ideolojik sahası hem de ABD-SSCB jeopolitik rekabetinin sıcak cephesi olarak görülmekteydi.
Sovyetler açısından Soğuk Savaş dönemindeki Ortadoğu siyasetini periyotlara ayıracak olursak, temelde üç dönem dikkat çeker: a) 1945-1956 arasında nispeten dengeli yaklaşılmaya çalışılan temkinlilik ve Batı etkisini dengeleme arayışı dönemi; b) 1956-1973 arasında, Süveyş Krizi ile birlikte Arap milliyetçiliğine tam destek verilen, anti-emperyalist bloklaşma dönemi; c) 1973 Yom Kippur Savaşı sonrasında, statükonun korunmasına yönelik, ideolojik retoriğin geri planda kaldığı daha pragmatik çizgi.
Bu son dönem, 1979’da Afganistan’ın işgalinin ardından Moskova’nın Müslüman dünyada itibarının ciddi yara aldığı bir gerileme ve kendini bölgede yeniden tanımlama ihtiyacıyla Soğuk Savaş’ın sonuna kadar azalış grafiği izleyerek bitti. Nihayetinde SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisi azaldıkça, küresel ölçekte süper güç statüsünün de zemini iyice aşınıp nihai çözülüşe gidildi. Sovyetler, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Ortadoğu’da tam hegemonya kuramasa da bölgeyi süper güç rekabetinin sahnesi haline dönüştürmeyi başardı, böylece kendi küresel iddialarına da görünürlük kazandırmış oldu. ABD ile bölgede jeopolitik angajman geleneği yaratan Kremlin’in bu politikası, bugün de bir başka süper güç namzedi Rusya Federasyonu’nun Ortadoğu politikasında kendini hissettirmeye devam ediyor.
Yevgeni Primakov ve politik sahnedeki yükselişi
Ülkelerin dış politikası şüphesiz yalnızca ilkeler veya değerler üzerinden, belirli metinler ve retorikler kanalıyla şekillenip icra edilmez. Bu politikaların sahada şekillenmesi ve yürütülmesinde beşerî sermaye unsuru fevkalade önemlidir ki ABD’nin Soğuk Savaş siyasetinde Henry Kissinger’ın varlığı ve rolü bunun somut ve en bilinen örnekleri arasındadır. Büyük devletlerin elinde bile Kissinger evsafında maharetli ve tesirli diplomatlar azsa da Sovyet-Rus geleneği bu açıdan nispeten şanslı sayılabilir. Rusya’nın hâlihazırda 20 yıldan fazla bir süredir dışişleri bakanlığını yürüten deneyimli diplomat Sergey Lavrov’dan önce de Kremlin, bilhassa Ortadoğu’da oldukça mahir bir uzman diplomata sahipti: Yevgeni Maksimoviç Primakov [1929-2015].
Sovyetlerin geniş coğrafyasında, Kiev’de doğup Tiflis’te yetişen Primakov’un babası, Stalin dönemi Gulag uygulamaları sırasında hapse atılmış orta sınıftan bir Ukraynalı, annesi ise Yahudi kökenliydi. Çarlık dönemine kadar geçmişi uzanan Moskova’daki Şarkiyat Çalışmaları Enstitüsü’nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından Moskova Devlet Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi aldı, Arap lisanı üzerine uzmanlaştı. 1956-70 arasında Sovyet devlet resmî radyosu ve meşhur Pravda gazetesinin Ortadoğu muhabiri olarak çalıştı. Bu dönemde Sovyet istihbarat örgütü KGB adına da gazetecilik perdesi ardında bilgi toplama ve veri analizi sahasında görev yaptı.
1962’de girdiği SSCB Bilimler Akademisi bünyesindeki Dünya Ekonomileri ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Enstitüsü’nde müdür yardımcılığına yükseldi. 1977’den 1985’e kadar prestijli Şarkiyat Çalışmaları Enstitüsü’nün direktörlüğünü yaptı. 1989-1991 arasında, Sovyetler Birliği dağılana kadar, SSCB Komünist Partisi Genel Merkez Üyesi olarak görev aldı ve bundan sonra akademik sahadan daha yoğun şekilde politik alana kaydı. Haziran 1989’dan Mart 1990’a kadar Sovyet parlamentosunun iki kanadından birinin başkanı olarak SSCB Başkanlığı makamına seçildi, ardından Gorbaçov liderliğindeki Sovyetler Birliği Başkanlık Konseyi üyesi oldu. Bu dönemde Gorbaçov’un Özel Temsilcisi olarak Körfez Savaşı’nda Irak’la Kuveyt arasında arabuluculuk rolüne soyundu, ama 1970’lerde Ortadoğu’daki görevlerinden farklı olarak bunda hem kendisi hem temsil ettiği ülkesi pek başarılı olamadı.
Nihayet Sovyetler Birliği dağılınca başka bir kariyer koridoru önünde açıldı. Sovyet dönemindeki istihbarat geçmişi, Rusya Federasyonu döneminde kendisini başka bir düzeye taşıdı. 1991-96 yılları arasında, yeniden yapılandırılmakta olan KGB’de önce başkan yardımcılığı, ardından başkanlık görevine getirildi. Boris Yeltsin tarafından Ocak 1996’da atandığı Dışişleri Bakanlığı görevini Eylül 1998’e kadar sürdürdü ve bu dönemde ABD ile gerilimli pek çok dosyada (Kafkasya, Orta Asya, Karadeniz, Balkanlar ve Ortadoğu başta olmak üzere) Kremlin’in çıkarlarını korumaya çalıştı.
Primakov’un Sovyet ve Rusya Federasyonu dönemlerindeki bütün akademik, diplomatik, bürokratik ve politik kariyerinin zirvesi ise 1998 Eylül ayında yaşanan ve Duma ile Kremlin arasındaki güç mücadelesinden kaynaklanan siyasi kriz anında bir fırsat olarak önüne çıktı. Viktor Çernomırdin’in başbakan olarak yeniden atanması Duma tarafından engellenince, uzlaşı adayı olarak, kabinede dışişleri bakanlığı koltuğunda oturmakta olan Primakov ismi gündeme geldi. Duma onayının ardından Ekim 1999’da Yeltsin tarafından başbakan olarak atanan Primakov, kaotik 1999 yılını bu koltukta tamamlayamadı; Yeltsin’in kamuoyunda sivrilen bir politik figür istememesi sonucu (ayrıca ekonomik krizin de etkisiyle) yerini Mayıs ayında Sergey Stepaşin’e bırakmak zorunda kaldı. Ancak Yeltsin’in bu hamlesi kendi politik geleceğini de kurtaramayacak, devlet içindeki bürokratik elitler ve güvenlik çevreleri (siloviki), KGB içinde sivrilen Putin’i önce Ağustos 1999’da başbakanlığa, birkaç ay sonra da devlet başkanlığına taşıyacak ve Yeltsin dönemini sona erdirecekti.
Primakov’un başbakanlığı döneminde yaşanan en önemli olay kuşkusuz, Mart 1999’da Yugoslavya’nın Kosova’daki eylemleri sebebiyle ABD ve NATO tarafından bombardımana tabi tutulması süreciydi. Resmi bir ziyaret için 24 Mart’ta Washington’a doğru uçmakta olan Primakov, Atlantik üzerindeyken Belgrad’ın bombalandığı haberini almış ve uçağını geri döndürmüştü. İstihbarat geçmişi ve dışişleri bakanlığı boyunca tek kutupluluğa karşı çıkan, Ortadoğu başta olmak üzere ABD hegemonyasının çok-kutupluluk düzleminde dengelenmesini savunan Primakov için, ABD’nin bu hamlesine karşı duruşu, onun bütün bir kariyerini de özetler mahiyette bir restti.
Primakov’un başbakanlık görevinden birkaç ay içinde alınmasında, bu ziyaret iptalinden dolayı ABD’nin Yeltsin’e olası bir baskısının etkili olup olmadığına dair spekülasyonlar o dönemde yapılmıştı, ancak Rusya’daki dengeleri düşününce bu ihtimali düşük buluyorum. Daha ziyade birkaç aylık hükümetlerle, iniş çıkışlarla ve kaos ortamıyla geçen 1990’larda gayet normal bir Kremlin inisiyatifi gibi bu hamleyi değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Başbakanlıktan alındıktan sonra, bir süre Putin muhalifliğiyle vakit geçirdi, ancak Rusya’da siloviki geleneğinden gelenler için bu tür muhalefet girişimleri pek sahici görülmez. Desteklediği muhalif oluşumlar, henüz çok da güçlü olmayan Putin’e karşı Duma seçimlerinde başarısız olduğu gibi, kendisi de devlet başkanlığı seçimlerinde Putin’e karşı yarışmaya niyetlense de bundan vazgeçti. Diğer pek çok siloviki sınıfı üyesi gibi, sonunda o da bükemediği bileği öptü ve Putin’in danışmanı olarak Kremlin’in periferisinde konumlandı. 2001’den 2011’e kadar Rusya Sanayi ve Ticaret Odası’nın –Türkiye’deki TOBB’un muadili olarak düşünülebilir- başkanlığı görevini yürüttü. Buna ilaveten 2008’de, gençliğinde bir dönem coşkulu bir araştırmacı üyesi olduğu Rusya Bilimler Akademisi’nin Başkanlık Kurulu üyesi olarak atandı.
Bu uzun ve devlet hizmetine adanmış ömür, Haziran 2015’te kanser tedavisi görürken sona erdi. Primakov öldüğünde 85 yaşındaydı. Moskova’nın merkezinde bulunan ve Rus devleti ve toplumu için en üst düzeyde değerli kabul edilen isimlerin anıt mezarlarının bulunduğu Novodeviçi Kabristanı’nda devlet töreniyle defnedildi. Novodeviçi’ye defnedilen diğer bazı ünlü isimler arasında Boris Yeltsin, Mihail Bulgakov, Georgi Çiçerin, Mihail Gorbaçov, Nazım Hikmet, Andrey Gromıko, Vladimir Minorski, Nikita Hruşçov, Aleksey Tolstoy gibi meşhur şahsiyetler de bulunur ki bu bile Primakov’un devlet nezdindeki konumunu göstermeye yeter.
***
Gençliğinde akademik kariyerini Arap dünyası, İslam ve bölgesel siyaset üzerine yoğunlaştırmış olan Primakov, Sovyet ve Rus devlet kademesinde bilhassa Ortadoğu meselelerini ve bölgedeki etkili şahsiyetleri en iyi bilen isimlerin başında gelmekteydi. 1960’lardan itibaren Sovyet dış politika yapımında Ortadoğu’ya dair entelektüel, ideolojik ve stratejik çerçevenin şekillenmesine katkı sunan en önemli figürlerden biri olan Primakov’un Ortadoğu siyasetine dair tanıklıkları ve değerlendirmeleri, bilhassa Soğuk Savaş döneminin tartışmalı konuları, Türkçeye de çevrilen diplomasi anılarında detaylı aktarılır.
Serinin bir sonraki yazısında Primakov’un gözünden, Kremlin’in Sovyetler’den Rusya’ya uzanan dönemde Ortadoğu politikalarındaki değişim ve dönüşüm olgularını, bireysel tanıklıklarından da hareketle ele alacağım.
[1] Trenin, Dmitry (2016). Russia in the Middle East: Moscow’s Objectives, Priorities, and Policy Drivers. Carnegie Moscow Center, 5 Nisan, 2016, https://carnegie.ru/2016/04/05/russia-in-middle-east-moscow-s-objectives-priorities-and-policy-drivers-pub-63244

