Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş              

İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük darbe de bu hürriyete vurulmuştur (Başgil, 2019). Çünkü düşünen ve düşündüğünü özgürce ifade edebilenler, despotların hâkimiyetini sarsabilecek ve hatta yıkabilecek kadar büyük bir tehlike arz ederler. Bu yüzden fikir ve kanaat özgürlüğü, ekmek kadar, su kadar, hatta belki onlardan bile daha değerlidir. Dünyanın global bir köy olduğu anlatısından, “herkes kendi köyüne dönsün ve ne hâli varsa görsün” anlayışına doğru geçişin ayak seslerinin hızla yükseldiği bir dönemdeyiz. Belki de dünya, büyük bir paradigma değişikliğine gidiyor.

İnternet çağında, bir topluluğun soykırıma uğrayışını canlı olarak seyrediyoruz. Bizler ve bizden önceki jenerasyon, bundan 30 yıl önce Bosna’daki soykırım karşısında çaresiz kalırken, çocuklarımız bundan 30 yıl sonra bugünleri konuşacak ve insanlığın, insanlığını nasıl yitirdiğini ve bu tarifsiz mezalimi durdurabilecek güçten neden yoksun olduğunu sorgulayacaklar.

Soykırım, insanlık tarihinde yeni değil. Çok uzağa gitmeye de gerek yok; 1990’larda Bosna’da Müslümanlar, Batı’nın gözü önünde katledildi. Yine aynı yıllarda, Ruanda’da yaklaşık bir milyon insan hunharca öldürüldü. Batı, ayrıştırarak çatışmaları körüklemekte pek mahirdir. Ayrıştıracak pek bir şey bulamamış olacaklar ki bu kez de Ruandalıların burun yapılarındaki farklılıkları ayrışma konusu yaparak, bu insanları Hutu ve Tutsi diye ayırmış, ellerine aidiyet duymaları istenen/talep edilen kimlikler tutuşturulmuş ve katliamın zemini hazırlanmıştı. Sadece 100 gün içinde 1 milyon insan öldürüldü. Üstelik bu vahşet, Roma’nın çılgın imparatoru Caligula’nın, Eflak Beyi Kazıklı Voyvoda’nın, Şili’nin despot lideri Pinochet’in ya da 20. yüzyılın eli kanlı diktatörleri Hitler, Stalin ve Mussolini’nin döneminde değil; Batı’nın “çağdaş medeniyet” iddiasında bulunduğu bir dönemde, dünyanın gözü önünde gerçekleşti.

Ancak hiçbir soykırım ve katliam, kurumlar nezdinde Gazze’de yaşananlar kadar açıkça savunulmadı, bu denli pervasızca desteklenmedi. İletişim ve teknoloji çağının sunduğu nimetler, bu insanlık suçlarını dünyaya canlı olarak aktarma imkânı sağladı. Ne var ki, bu nimetler bir yandan da korkunç bir vicdani yük doğurdu. Sesini çıkarmaya kalkan tüm kişi ve kurumlar ablukaya alınmış ve sindirilmiş durumda. Hem böyle bir vahşeti, hem de bu vahşete sessiz kalmayı reddedenleri sindirebilmenin tabii ki bir bedeli var: İnsanlık tarihi kadar eski bir mücadele neticesinde elde edilmiş değer ve prensipler; insan hakları, fikir, vicdan ve kanaat hürriyeti ve tabii ki bunların hepsini bünyesinde barındıran demokrasi. Adeta 1940’ların Amerika’sında McCarthy’nin öncülüğünde yaşanan paranoyayı yeniden deneyimliyoruz. Tek fark, bu kez suçlananların komünist değil, vicdan sahibi insanlar olması.            

Amerika’da Cadı Avı: Neo McCarthyizm Dönemi  

1950’lerin başında Amerika, büyük bir komünist avına sahne oldu. Senatör Joseph McCarthy, ülkenin dört bir yanına yayılmış komünist ajanlar olduğu iddiasıyla adeta bir cadı avı başlattı. Hükümet yetkililerinden Hollywood yıldızlarına, akademisyenlerden gazetecilere kadar birçok kişi komünist olmakla suçlandı. Ortada somut kanıt olmasa da, suçlananların hayatı altüst oldu. İşlerinden atıldılar, kara listelere alındılar ve hapse konuldular. O dönemin atmosferi öyle yoğundu ki insanlar sadece bir başkasının adını vererek bile şüpheden kurtulabileceğini düşünüyordu.

McCarthy’nin iddiaları Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (House Un-American Activities Committee) gibi kurumlar tarafından desteklenince işler daha da çığırından çıktı. Hollywood’da “Hollywood Ten” adı verilen bir grup yazar ve yönetmen ifade vermeyi reddedince mesleklerinden men edildi. Olay sadece sinema sektörüyle sınırlı kalmadı; hükümet içinde de Alger Hiss gibi isimler casuslukla suçlandı, Julius ve Ethel Rosenberg ise Sovyetlere nükleer sır sattıkları iddiasıyla idam edildi.

Ancak McCarthy’nin yükselişi ne kadar hızlı olduysa, düşüşü de o kadar sert oldu. 1954’te Amerikan ordusunu da komünistlerle işbirliği yapmakla suçlayınca işler tersine döndü. Army-McCarthy Hearings adı verilen yargılamalar canlı yayında halka sunuldu ve McCarthy’nin delilsiz suçlamalarla nasıl hareket ettiği gözler önüne serildi. Bunun neticesinde ise McCarthy, Senato tarafından kınandı ve siyaseten itibarsız hale geldi. 

Ancak geride kalan zarar büyüktü: İfade özgürlüğü darbe aldı, birçok insanın kariyeri sona erdi ve Amerikan siyaseti uzun yıllar bu paranoya ikliminin etkisini hissetti. Bugün “McCarthycilik” dendiğinde, delilsiz suçlamalar ve siyasi paranoya akla geliyor. Tarih, güç sahiplerinin korku atmosferini nasıl kullanabileceğini defalarca gösterdi. Ama McCarthy dönemi, belki de en çarpıcı örneklerden biri olarak hafızalarda kaldı.

Halihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nde, ileride “İkinci McCarthyizm Dönemi” olarak adlandırılacak olaylar peşi sıra yaşanıyor. Yalnızca bir örnekle iktifa edeceğim. Geçtiğimiz hafta, ABD’de yaşanan bir olay, modern cadı avlarının ne kadar ileri gidebileceğini gösterdi. 25 Mart Salı günü, Fulbright bursuyla Tufts Üniversitesi Çocuk Çalışmaları ve İnsan Gelişimi Bölümü’nde doktora çalışmalarını sürdüren Rümeysa Öztürk iftar için arkadaşlarıyla buluşmaya giderken maskeli ve sivil giyimli ajanlar tarafından kaçırıldı. Kendilerini polis olarak tanıtan bu kişilerin polis olduklarına yönelik ne üzerlerinde ne de araçlarında herhangi bir emare yoktu. Rümeysa ile birlikte olaya şahit olan görgü tanıkları da şu haklı soruları sordular: Bu bir kaçırma olayı mı? Kolluk kuvveti olduğunuzu nereden bilebiliriz?

Polis olduklarını söyleyen bu şahısların polis olmadıkları, göçmen birimi personeli (ICE) oldukları ortaya çıktı. Üstelik yasal oturum izni bulunan birine karşı bu birimin olaya müdahalesi görülmüş bir şey de değildi. Yasadışı şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunanların bile haydut kılığındaki kamu görevlilerince alıkonulmasının örneği, Amerika Birleşik Devletleri tarihinde yalnızca üç kez vuku bulmuş: 1832 yılında ve Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerinde. Tarih boyunca toplamda üç kez gerçekleştirilen bu uygulama, Trump’ın ticaret savaşları ile yetinmeyeceğine ilişkin ipuçları vermesi açısından da önem arz ediyor.

Tam 24 saat boyunca ne Rümeysa’ya ulaşılabildi ne de nerede olduğu öğrenilebildi. Üstelik mahkeme kararıyla Massachusetts eyaletinden ayrılması engellenmiş olmasına rağmen, Trump yönetimi Rümeysa’yı hukuki destek ağından yoksun bırakmak amacıyla binlerce kilometre uzağa, Louisiana’ya gönderdi.

Peki, suçlu olduğu için mi? Hayır. Rümeysa’nın herhangi bir yasadışı faaliyette bulunduğuna dair tek bir kanıt bile yok. Tek suçu, okulunda çocuk ve insan gelişimi departmanında doktora çalışmalarını sürdürmesi ve Gazze’de çocuk, kadın demeden vuku bulan mezalime kayıtsız kalmayarak okulun kendisine sunmuş olduğu imkanlar dahilinde gazetede bir metin kaleme alması. Bu metinde üniversitenin, İsrail ile bağlantılı şirketlere yatırım yapmaktan vazgeçmesi gerektiğini savunuyordu. Makalesinde Filistin halkının maruz kaldığı soykırımı kabul etme çağrısı yapıyor, “tüm insanların eşit olduğunu ve tüm insanların onurunun muhafaza edilmesi gerektiğini” vurguluyordu.

Filistin karşıtı gruplar, Rümeysa’yı hedef göstermiş ve akabinde Rümeysa’nın gözaltına alınması için en iyi bildikleri linç yöntemleriyle dikkatleri Rümeysa’nın üzerine çekmeyi başarmışlardı.

Amerika Dışişleri Bakanlığı sözcüsü kameralar önüne geçerek, kabaca “aktivizm dönemi bitti. Buraya geliyorsanız okulunuzu okuyun, etliye sütlüye karışmayın, sonra da ülkenize dönün. Bizi ve politikalarımızı eleştirirseniz sonuçlarına katlanırsınız” minvalinde bir demeç vererek, kanaat hürriyetinin tabutuna daha çakılacak çok çivinin olduğunun sinyallerini açıkça verdi. 

Bütün bunlar, Amerika’daki ifade özgürlüğünün aslında kimler için geçerli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. McCarthy döneminde komünist olmakla suçlanan akademisyen ve sanatçılar gibi, bugün de Filistin yanlısı görüşler dile getiren öğrenciler, gazeteciler ve aktivistler benzer bir cadı avına maruz kalıyor. Ve ne yazık ki bu uygulamalar ABD ile sınırlı değil.

Avrupa’nın köklü ve prestijli üniversiteleri, konu İsrail olduğunda protestolara katılan öğrencilerini fişliyor, kurulan protesto çadırlarını kolluk zoruyla kaldırıp atıyor, hasbelkader düzenlenen konferansları, İsrail’in ilgili ülkelerdeki misyon görevlilerinin talepleriyle iptal ettiriyor.

Örneğin, Berlin’de düzenlenen bir konferans, polisin konferans salonunu basması ve elektriği kesmesi nedeniyle başlamadan bitiyor. Özür/gerekçe ise olayın kendisinden çok daha vahim: “Antisemitik söylemler içerebilme ihtimalini engelledik” (Deutsche Welle, 2024). Evet, artık sadece antisemitizmle değil, ihtimaliyle bile mücadeleye soyunmuş durumdalar.

İkinci Dünya Savaşı’ndaki soykırımcı rolünün bedelini ödeyen Almanya’dan bir diğer örnek de şu şekilde: Alman Özgür Üniversitesi (The Free University of Berlin), Birleşmiş Milletler raportörü Francesca Albanese’nin Filistin’deki insan hakları ihlalini ele alacağı konferansı, İsrail’in Berlin Büyükelçisi’nin ricasını kırmayarak iptal etme kararı aldı (Middle East Monitor, 2025). Üniversitenin adının Berlin Özgür Üniversitesi olduğunu yeniden hatırlatalım.

Yeni Dünya Düzeninin Kazananları ve Kaybedenleri

Bugün geldiğimiz noktada, otoriterleşme dünya genelinde giderek yaygınlaşan ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Daha da çarpıcı olan ise, aralarında tam demokrasi olarak sınıflandırılan ülkelerin de bulunduğu pek çok devletin adeta bir despotluk yarışına girişmiş olması. Camdan evlerde yaşayan bu ülkeler, birbirlerinin işlerine karışmama politikası izleyerek, “sen bana taş atma ki ben de seni taşlamayayım” anlayışına sarılmaya başladı bile.

Peki, bu düzenin kaybedenleri kim olacak? Her zaman olduğu gibi, en büyük kaybı masumlar yaşayacak. Ezilenler, hor görülenler ve zulme uğrayanlar için bu sürecin faturaları şimdiden kesilmeye başlandı. Gazze, bunun en vahim örneği.

Bir diğer kaybeden ise otoriter ya da yarı otoriter rejimlerde var olma mücadelesi veren muhalefet ve bu muhalefeti destekleyenler. Ekrem İmamoğlu’nun New York Times’da yayımlanan yazısının ya da Özgür Özel’in Birleşik Krallık’a “bize neden sahip çıkmıyorsunuz?” minvalindeki serzenişinin pek yankı bulmaması da bu açıdan şaşırtıcı değil. Türkiye, ABD’nin başına musallat olmuş bir “manyağın” ticaret savaşı tehdidi ve Ukrayna’ya koşulsuz destek veren Avrupa’nın “Rusya bize saldırırsa ne yaparız?” endişesi nedeniyle belki de hiç olmadığı kadar kritik bir önem taşıyor. Çok geriye gitmeye gerek yok; bundan on yıl önce Avrupa’nın mülteci istilasına uğramaması için geri kabul anlaşması imzalayan Türkiye’nin sahip olduğu silahlı gücün, Avrupa Birliği için ne kadar önemli olduğu tartışılırken, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının haber değerinin ne kadar önem taşıdığı da ayrı bir soru işareti.

Bugün Avrupa’nın devasa büyüklükteki firmaları, ticaret savaşları nedeniyle bir yandan on binlerce personelinin iş akdini sonlandırmayı planlarken, bir yandan da Avrupa Birliği Ordusu fikrinin hayata geçirilebilirliğini ve maliyetini tartışıyor. Tam da bu nedenle Türkiye’de olan bitenle ilgilenmeye ne mecalleri ne de istekleri var. Ayrıca, muhalefetin “tek dişi kalmış canavardan” medet umması da, muhalefetin istikbali ve seçmeni iknası açısından ne derece rasyonel bir tercih, tartışılır.

Yeni dünya düzeninin en büyük kaybedeni, görünen o ki demokrasinin kendisi olacak. Dünyanın “global bir köy” olduğu anlatısından, herkesin “kendi köyüne dönmesi” paradigmasına doğru hızlı bir geçiş yaşandığı bu dönemde, yüzyıllarca süren demokrasi mücadelesi en büyük darbelerinden birini almakta. Demokrasi, bu kültürü benimsememiş toplumlarda sık sık darbeler yemeye alışkındı belki, ancak bugün “demokrasinin beşiği” olarak tanımlanan ülkelerde fikir ve kanaat özgürlüğüne vurulan darbeler, bizzat demokrasinin kendisini şaşkına çevirmiş durumda.

Hegemonya ne kadar büyükse, özgürlük alanı da o kadar geniştir. Teori, karşılaştığı zorluklar nispetinde güçlüdür. Öyle ya, her şey yolunda giderken, savaş ve işgal edilme tehlikesi yokken ve ekonomi iyiyken demokrat olmak kolaydı. Ama Batı, Gazze’de ve Gazze için desteklerini ortaya koyan kişi ve kurumlar nezdinde hegemonyası darbe alınca, ilk krizinde demokrasi ve kanaat hürriyetinden ödün vermeyi tercih etti. Ersin Kalaycıoğlu geçen hafta bu platformda “dünyada yükselen otoriterlik mi” diye sordu. Korkarım durum bundan daha vahim. Otoriterlik eğilimi son 15-20 yılın problemi. Ancak belki de ilk defa bu eğilim, Batılı ülkelerce de kanıksanmaya başladı. Dahası, topyekûn olarak ülkeler, lokal çıkarlarını demokratik kazanımların önüne koyma yarışına girişmeyi normalleştirmeye başladılar. Bu durum, otoriterleşme eğiliminin artması probleminden çok daha büyük ve tehlikeli bir tehdit.

Yeni dünya düzeninin kaybedenleri belli. Peki ya kazananlar? Bu dönemin en büyük kazananı despotlar olacak. Artık kimsenin “Batı ne der?”, “Ne gibi yaptırımlara maruz kalırım?” gibi endişeleri kalmayacak. Zira “Batı önce kendi karnesine baksın” demek her zamankinden daha kolay olacak. Huntington’ın “demokrasi dalgaları” tezinden hatırlayacağımız gibi, uzun süredir (11 Eylül saldırılarından bu yana) bir “geri dalga”dan söz ediliyordu. Belli ki henüz dibi göremedik bile. Bu nedenle, muhalefetin iddia ve beklentisinin aksine, her şey daha da kötüye gidecek gibi duruyor. 

Bir İfade Hürriyeti Biçimi: Boykot

Kapitalist dünyada politikanın ve hatta silahlı gücün dize getiremediklerini boykotun dize getirme potansiyeli var. Bu nedenle boykot, sadece bir kanaat hürriyeti aracı değil, aynı zamanda çok güçlü bir silah da. Ama bunu da elimizden aldılar. ABD’de son yıllarda, İsrail’i eleştiren veya boykot çağrısı yapan sesleri susturmaya yönelik yasal düzenlemeler hızla artıyor. Bu çerçevede ortaya atılan İsrail’i Boykot Yasası (Israel Anti-Boycott Act – IABA), tam da bu baskıcı girişimlerin en uç örneklerinden biri. Tasarıya göre, herhangi bir şirket İsrail’e karşı boykot çağrısında bulunursa ya da boykot girişimlerinin parçası olmayacağına yönelik bir taahhüt vermeyi reddederse, kamu ile olan sözleşmeleri feshedilecek. Daha da vahimi, Amerikalı vatandaşların İsrail’e veya işgal altındaki Filistin topraklarındaki yerleşimlere karşı boykot çağrısı yapması veya bu boykotlara katılması, 20 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecek bir suç haline getirilmek isteniyor.

Bu yasa tasarısı, BDS (Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) hareketinin İsrail’e yönelik ekonomik baskı stratejisine bir yanıt olarak hazırlandı. Şu ana kadar 32 ABD eyaleti, benzer düzenlemeleri yürürlüğe koydu bile. Eğer bu yasa federal düzeyde onaylanmış olsaydı, uygulanması çok daha kolay ve yaygın hale gelecekti. Ancak mevcut haliyle bile Amerika’daki gerçek ve tüzel kişileri, hem maddi hukuk hem de ceza yaptırımı boyutuyla tehdit etmeye yeterli.

Peki, bu durum ifade özgürlüğü açısından ne anlama geliyor? Politik boykotlar bir protesto biçimidir ve ABD Anayasası’nın Birinci Maddesi (First Amendment) tarafından korunan temel bir haktır. Dolayısıyla, bu tür yasalar yalnızca bir devletin dış politikasına destek dayatmakla kalmıyor, aynı zamanda Amerikan vatandaşlarının politik görüşlerini açıklama ve kolektif hareket etme özgürlüğünü de tehdit ediyor. Eleştirmenler de bu hususlara vurgu yaparak, bu tür düzenlemeleri, hukukun belirli siyasi çıkarlar doğrultusunda bir silah olarak kullanılması anlamına gelen lawfare (hukuki savaş) stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriyorlar.

Günün sonunda, mesele yalnızca İsrail’e boykot meselesi değil. Daha büyük soru şu: Bir hükümet, vatandaşlarının neyi protesto edip edemeyeceğine karar verebilir mi? Eğer bugünün yasakları İsrail’e boykotu kapsıyorsa, yarın hangi görüşlerin suç sayılacağını kim belirleyecek?

İsrail-Filistin meselesi, Türkiye’de de iyi kötü bir boykot kültürü yarattı. Ayrıca devletin en tepesinin, enflasyon bahane edilerek zam üstüne zam yapan özellikle üç harfli süpermarket zincirlerine karşı halkı boykota çağırdığı da vakidir. Çok değil iki ay önce, hayat pahalılığına karşı vatandaşa boykot çağrısı yapan Erdoğan, “Pahalı ürün satanları dize getirecek etkili yöntemlerden biri boykottur. Fırsatçılık yapanlara karşı en büyük kozumuz, satın almama özgürlüğünü kullanmaktır,” sözlerini dile getirmişti (Euronews, 2025).

Gerçekten de Türkiye’de köprünün altından sular çok çabuk akıyor. Bundan yaklaşık iki ay önce devletin en tepesi boykot çağrısı yaparken ve bunu “satın alma özgürlüğü” kapsamında değerlendirirken, bugün İmamoğlu’nun ve Saraçhane gösterilerindeki destekçilerinin tutuklanmasını protesto etmek amacıyla “satın almama özgürlüğünü” kullananlar hakkında TCK’nin 122/1-d (nefret ve ayrımcılık) ve 216 (halkı kin ve düşmanlığa sevk etme) suçlarını işledikleri iddiasıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturma başlatılıyor. Dolayısıyla, kahve zincirlerinden birini boykot ettiğinizde soruşturmadan kaçabileceğiniz ve hatta takdir edilebileceğiniz, ancak diğerini boykot ettiğinizde tutuklanma riskiyle karşı karşıya kalabileceğiniz oldukça enteresan günlerden geçiyoruz.   

Türkiye, 2017 yılında kendine özgü/Türk tipi başkanlık sistemine geçiş yaptığında, benimsediği bu sistemin Amerikan tipi başkanlık sisteminin özelliklerini yansıtmaması nedeniyle çok eleştirilmişti. Trump’ın çok yakın zamanda üçüncü dönem başkanlığa aday olabilmesi için yolların mevcut olduğunu ifade etmesi ve özellikle İsrail’e koşulsuz destek vermek adına basın özgürlüğüne, akademik özgürlüğe ve fikir ile kanaat hürriyetine yönelik yaptığı bariz hukuk ihlalleri birlikte değerlendirildiğinde şu sonuca varabiliriz:

Belki biz Amerika olmayı beceremedik ama endişeye mahal yok: Amerika (Batı), Türkiye olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.  

 

Kaynakça   

Ali Fuad Başgil, Demokrasi Yolunda (Yağmur Yayınları, 2019)  

Deutsche Welle, “German Police Shut Down pro-Palestinian Conference” 04.13.2024, https://www.dw.com/en/german-police-shut-down-pro-palestinian-conference/a-68810306 

EuroNews, “Cumhurbaşkanı Erdoğan Fahiş Fiyatlara Karşı ‘Boykot Çağrısı’ Yaptı” https://tr.euronews.com/2025/01/06/cumhurbaskani-erdogan-fahis-fiyatlara-karsi-boykot-cagrisi-yapti  

Middle East Monitor, “German University Cancels Event Featuring UN Special Rapporteur on Palestine” 13.02.2025, https://www.middleeastmonitor.com/20250213-german-university-cancels-event-featuring-un-special-rapporteur-on-palestine/    

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...