Malezya Olmayalım Endişesinden, Malezya Olamadık Pişmanlığına

Uzakdoğu seyahatimin ilk durağı Kuala Lumpur’dayım. Malezya’nın bizim muhafazakâr elitlerde hep önemli bir yeri olmuştur. MİT Başkanı İbrahim Kalın, yüksek lisans eğitimini İslâm düşüncesi ve felsefesi alanında Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde tamamlamış.
Ahmet Davutoğlu da 90’ların başında yine aynı üniversitede yardımcı doçent olarak çalışmaya başlamış, üniversitenin siyaset bilimi bölümünü kurmuş ve 1993 yılına kadar bu bölümün yöneticiliğini yürütmüş bir isim.

Malezya’nın muhafazakâr aydınlar tarafından cezbedici bulunmasının birkaç sebebi olabilir. Öncelikle Malezya bir İslam ülkesi. Ama Suudi Arabistan gibi bir İslam devleti değil. İslam, resmî din olmasına rağmen çok dinli, çok etnili, anayasal bir federasyon Malezya. İngiliz hukuk sistemini andıran, içtihat hukuku (common law) ve anayasal hukuk düzeni unsurlarından oluşur. Şeriat hukuku ise aile hukuku ve miras hukuku gibi sınırlı alanlarda Müslümanlara yönelik olarak uygulanır.

Cezbedici diğer bir tarafı da, zaman zaman karşılaştığı kriz ve çalkantılara rağmen, “İslam ve demokrasi bağdaşır mı?” tartışmalarında “evet, neden olmasın?” fikrini savunanlar tarafından örnek gösterilmesidir. Tabii bu ülkenin Orta Doğu gibi bir ateş çemberinden uzakta olması da Malezya’yı çekici kılan başka bir unsur.

Malezya, Türkiye’de muhafazakâr ve mütedeyyin çevrelerce ne kadar cazip bir yer ise, karşı mahallede de o kadar endişeyle karşılanan bir ülke (idi). Yakın tarih hafızası olanlar, “Türkiye Malezya Olmasın” mottosunun yaklaşık çeyrek asır önce AK Parti ile beraber hayatımıza girdiğini anımsayacaklardır.

Bu noktada küçük bir parantez açmam gerekiyor. Türkiye’nin hangi ülkeye benzemesi ya da benzememesi gerektiği; hatta hangi ülkeye dönüşme ihtimali olduğu üzerine yazıp çizenler sadece Türk entelijensiyasıyla sınırlı değil. Ünlü oryantalist Bernard Lewis de yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’nin İran’a, İran’ın ise Türkiye’ye dönüşeceğini iddia etmişti.

İsrail ve ABD’nin çıkarlarıyla çatışma riskine hiçbir zaman girmeyen, “Ortadoğu uzmanı” sıfatıyla analizler yayımlayan; Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezine sorgusuz sualsiz katılan; Batı tarafından sömürülen toplumların ve kölelik sisteminin suçlusunu her fırsatta İslam’da arayan; Batı’nın elindeki kanı, kendi ibriğiyle yıkamayı vazife bilen; Ortadoğu’da demokratik seçimleri tasvip etmediğini ve bu nedenle diktatörlerin desteklenmesi gerektiğini savunmaktan çekinmeyen; Ermeni olaylarına “soykırım” demeyi sırf İsrail’in Holokost tekeline halel gelmesin diye reddeden Bernard Lewis; İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı gibi tarihçiler tarafından “kıymetli bir bilgin” olarak Türk halkına tanıtılmış ve Ermeni meselesine yaklaşımı sebebiyle Türk mercilerince 50.000 dolarlık maddi destekle ödüllendirilmişti.

İşte bu meşhur şarkiyatçı —tarihçinin görevinin tarihi anlamak ve yorumlamakla sınırlı olduğunu her fırsatta hatırlatan bu ünlü oryantalist— söz konusu Türkiye olunca bir istisna yapacak,  Türkiye’nin geleceğine yönelik tahminlerde bulunmakta beis görmeyecek ve Türkiye’nin gelecekte İran’a dönüşecegi yönünde tahminlerde bulanacaktı.

Bu küçük şerhin ardından, “Türkiye Malezya Olmasın” tartışmasına kaldığımız yerden devam edelim. Ayşe Arman’ın, Şerif Mardin ile yaptığı “Türkiye Ne Malezya Olur Diyebilirim Ne de Olmaz” başlıklı söyleşi üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş. Kendi ifadesi ile “hocaların hocasını” ağırlayan Arman’ın, Türk siyasetine çevre-merkez çatışması tezini kazandıran Şerif Hoca’ya sorduğu sorular şu şekilde:

  • Boğaza nazır restoranlarda rakı–balık yapmaya devam edebilecek miyiz?
  • Biz fark etmeden acaba etek boylarımız zamanla uzamaya başlar mı?

Hoca derin olsa da, sorular sığ geldiği için haliyle kulaç atmakta zorlanıyor. Hâl böyle olunca ortaya harika bir söyleşi yerine, çevre–merkez çatışması dinamiklerini hiç anlamamış ya da en fazla sokaktaki vatandaş kadar anlayabilmiş bir “gazeteci” yüzünden, söyleşi pek de bir yere varamadan bitiyor. Söyleşiden sıkıldığı her hâlinden belli olan Hoca, son sorulara “bakalım, bekleyip göreceğiz” minvalinde geçiştirici yanıtlar verip röportajı bitiriyor.

Röportajı yaklaşık 20 yıl sonra yeniden okuduğumda ister istemez aklıma şu soru takıldı: Acaba Erdoğan’ın bu ülkede eski Türkiye’yi yıkıp yenisini kurma başarısını (!) sadece Erdoğan’a ve onun sarsılmaz karizmasına bağlayarak hata mı ediyoruz? Erdoğan’ın tasfiye etmeyi başardığı eski rejimin sığ ve vasat bekçilerinin rolünü fazla mı görmezden geliyoruz? Bu vasatlıkla mücadele edebilmek için Erdoğan’ın çok da güçlü bir lider olmasına gerek yok muydu?

Ayşe Arman ismi önemli değil. Hiçbir isim önemli değil aslında. Önemli olan, bu ismin temsil ettiği kitlenin vasatlığının ceremesini, acaba bu kitle biraz daha aklı başında refleksler geliştirebilseydi yine de çeker miydik sorusunun yanıtını aramak belki de.
Entelijensiya havuzunu dolduran bu yarım porsiyon münevverlerimizin ufukları ve vizyonları daha geniş olabilseydi eğer, son çeyrek yüzyılımız daha farklı olabilir miydi?

Cumhuriyetin en büyük kazanımını etek boyunu belirleme özgürlüğünde arayanlar; şahsi kazanımlarını ve küçük ayrıcalıklarını koruma içgüdüsüyle değil de gerçek tehlikeden ve o tehlikenin ortaya çıkmaması için atılabilecek adımlardan bahsedebilecek bir ufka sahip olsaydı; birincisi acaba nasıl bir röportaj ortaya çıkardı, ikincisi ve tabii ki daha önemlisi, acaba 2025 Türkiye’si nasıl olurdu?

  • Türkiye’de zaten aksayan, vatandaşından çok kendisini korumakla meşgul olan ve iç tehdit algısıyla sürekli teyakkuzda tutulan demokrasimiz, AK Parti iktidarında daha da kırılganlaşma eğilimi gösterebilir mi?
  • Erdoğan, dışlanan kesimleri sisteme yeniden dahil ederken, eski rejimin reflekslerini tekrarlayarak, bu kez yeni dışlanmışlar ve ötekileştirilmişler mi yaratacak?
  • Yeni rejimin “sessiz yığınların sesi olma söylemi” kendi içerisinde ayrıştırıcı bir söylem midir ve bu söylem, Erdoğan’ın eski rejimi ayrıcalıklarını kaybetmeye mahkûm bir avuç azınlık olarak gördüğü anlamına mı geliyor?
  • AB ile üyelik sürecinde kat edilen mesafe, müzakereci ve kapsayıcı demokrasinin temellerini atabilmek için bir fırsat yaratabilir mi?
  • Eski Türkiye’nin sahipleri gibi görülen ‘monşerler’, günah çıkararak ve özeleştiri yaparak bu ülkede demokrasinin yeniden inşasında rol almak arzusunda olduklarını, eskinin çevresi (yeninin merkezine) nasıl aktarabilir? Bu çaba, kaybedenin/güçsüzün pragmatik gerekçelerle hukuka sarıldığı gibi bir acziyet görüntüsü çizer mi? Yoksa bu çaba, onyılların getirdiği kutuplaşma ve gerilim siyasetini bertaraf edebilir mi?

Bu minvalde soruları ne Arman ne de muhalefet sorabildi. Zaten dertleri de, evlatlarımıza ve onların evlatlarına daha yaşanabilir bir ülke nasıl bırakabiliriz değildi. Hiçbir zaman da olmadı.

Dillerinde Cumhuriyet vardı hep. Cumhuriyet, Anadolu’nun kırsalında rençberlik yapan bir köylünün çocuğunun Reis-i Cumhur olabilmesi fırsatını sunan rejimin adıydı. Övülmeye değerdi. Ama uygulamada, övündükleri bu Cumhuriyet’in yarattığı fırsat eşitliğinden pek de memnun değillerdi. O yüzden Arman, röportaj boyunca “ayakların baş olmasından” duyduğu rahatsızlığı sık sık dile getiriyor ama Şerif Hoca’ya yaptığı ortaların çoğundan sonuç alamıyordu.

Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’e minnettar olduklarını her fırsatta dile getiriyorlardı. Üçüncü dünya ülkelerini parmakla gösterip “Bakın biz de böyle olabilirdik. Cumhuriyet’e ve onun kurucusuna ne kadar teşekkür etsek azdır” diyorlardı. Ama öte yandan “Paşam, bu köylüleri, bidon kafalıları, göbeğini kaşıyan adamları başımıza bela eden de sensin” diyerek içten içe Cumhuriyet’e olan tepkilerini de göstermekten çekinmiyorlardı. Demokrasinin en temel kuralı olan genel ve eşit oy prensibi, bizim gibi geri kalmış toplumlarda bir zul idi. Bu yüzden dağdaki çobanın oyuyla podyumdaki mankenin oyu nasıl bir olabilirdi?

Cumhuriyet bir pastaydı, pastanın üstündeki çilek değildi. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, bu ülkeye kocaman bir pasta bırakmıştı. Tek yapmamız gereken, gözlerimizi bağlayıp, kime pastanın neresi düşüyor bilmeden —bununla ilgilenmeden— ve küçük hesaplara tenezzül etmeden bu pastayı adil şekilde taksim etmek ve hep beraber yemekti.

Beceremedik.

(Yine bu platformda müzakereci anayasa yapım usulünü ele aldığım yazımda, bu ülkenin sıradan insanlarının kurban bayramı ibadetinde geliştirdikleri et dağıtım usulü ile Rawls’ın “Bilinmezlik Perdesi” teorisini pratikte başarılı bir şekilde nasıl uyguladıklarını anlatmıştım. Hayatında Rawls’ı hiç duymamış insanların pastayı/kurban etlerini hakkaniyetli şekilde bölüştürmeyi başardıkları bu ülkede, bu ülkenin okumuş aydınlarının ve siyasetçilerinin pastanın üstündeki çileğin kavgasına düşmesinin hazinliğine ve sorunun tabandan ziyade tavan odaklı olduğuna dikkat çekmiştim.)

İşte 2000’lerin Türkiye’sinde, çevre ve merkez arasında savaş baltalarının bilenmeye başlandığı; sıkmabaşın eşinin Cumhurbaşkanı olup olamayacağı meselesinin ülkenin en ehemmiyetli sorunuymuş gibi aylarca tartışıldığı; ordunun 27 Nisan e-muhtırası ile “Cumhuriyet’e sözde değil özde bağlı” bir Reis-i Cumhur seçilmediği takdirde müdahale tehdidinde bulunduğu; ve hemen akabinde Anayasa Mahkemesi’nin 367 gibi garabet bir karara imza attığı günlerde, “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmaları, ajansların ve akşam haberlerinin vazgeçilmez malzemelerindendi.

Malezya

Peki ama yaklaşık 9.000 km ötemizde ve 12 saatlik uçuş mesafesinde bulunan bir ülkeyle derdimiz neydi bizim? Neden “Malezya olmamalıydık”? Dönüşmek veya benzemek istemeyeceğimiz onlarca başka ülke sayabilirdik ama günah keçisi olarak neden Malezya üzerinde karar kıldık?

Bir başka soru: Türkiye “Malezya olmasın” diye bas bas bağırıp mahallesini aydınlatan fenerler, Malezya hakkında gerçekten yeterli malumata sahip miydi? Evet, fikirleri vardı. Ortaya attıkları “Malezya Olmayalım” sloganı da tutmuştu ama neden Malezya? Tek mesele İslam veya şeriat yönetimi ise, listeye üst sıralardan girmeyi hak eden çok daha güçlü adaylar vardı.

Malum, bizde sadece insanları değil ülkeleri, sistemleri ve kültürleri aşağılamaya dönük bir eğilim var. Malezya da bu kibirli bakıştan nasibini alan ülkelerden biri. Belki de bu kibir, benim Malezya’ya olan merakımı daha da artırdı.

Hazır Kuala Lumpur’a doğru direksiyonu kırmışken, doğru düzgün malumat sahibi olmadığımız ama küçümseyerek mottolarımıza, manşetlerimize ve siyasetimize alet ettiğimiz Malezya’yı biraz olsun anlamak amacıyla Malezya defterini açmaya karar verdim.

Eski bir İngiliz sömürgesi olan Malezya, 31 Ağustos 1957’de bağımsızlığını kazanmış bir ülke. Aradaki saat farkı dikkate alındığında, aslında Türkiye saatiyle aynı gün (30 Ağustos) biz Zafer Bayramı’nı kutlarken, Malezya da İngiliz sömürgesinden kurtuluşunu kutluyor. Aynı gün seviniyoruz bu insanlarla. Aynı gün resmî geçitler ve törenler düzenliyoruz. Aynı gün tarihi yâd ediyoruz.

Malezya, Doğu ve Batı olmak üzere toprakları okyanus tarafından birbirinden ayrılmış ilginç bir coğrafya. Doğu ve Batı Malezya arasında epey bir mesafe var.

Ekvator çizgisinin hemen kuzeyinde yer alan Malezya’da halkın %55’i Malay, %25’i Çinli, %10’u Hint ve geriye kalan %10’luk kesim ise diğer etnik kökenlere mensup. Resmî dil Malayca olmakla birlikte, İngilizce ve Arapça da konuşulan diller arasında.

Nüfusun yaklaşık yüzde 60’ı Müslüman olan Malezya’da Budizm, Hinduizm ve Hristiyanlık da yaygın dinler arasında. Bu ülkede kadınlar başörtüsü takıp takmama özgürlüğüne sahip. Devlet kurumlarında başörtüsü kullanımına izin verilmesine rağmen, kamu çalışanlarının peçe takmaları yasak.

Malezya, Asya ülkeleri içinde yıllık kalkınma oranı en yüksek olan ülkelerden biri. Ekonomik açıdan kendine yetebilen bu ülkenin ekonomisini kısaca şöyle özetleyebiliriz: düşük enflasyon, giderek azalan işsizlik oranları, güçlü bir sermaye, ihracat odaklı ekonomi, sürekli artma eğilimi gösteren millî gelir ve tüm bunların doğal sonucu olarak müreffeh bir yaşam.

Yaklaşık 33 milyon nüfusa sahip bu ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) 420 milyar dolar seviyesinde ve kişi başına düşen gelir yaklaşık 13 bin dolar. Üstelik bu rakamlar sürekli yükselme eğiliminde. Bu eğilimi şuradan anlayabiliriz: On yıl önce GSYH’ye baktığımızda 301 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Benzer şekilde Malezya’da işsizlik oranı 2020 yılında yüzde 5 seviyelerindeyken, 2025 Ağustos verilerine göre yüzde 3 seviyesine gerilemiş durumda ve düşmeye devam ediyor.

Muson bölgesinde bulunması ve yılın ilk beş ayında sürekli yağış alması nedeniyle topraklarının çok büyük kısmı ormanlardan oluşan bu ülke sadece tropik meyve ihraç etmiyor. Malezya yüksek teknoloji üreten ve bu ürünleri ihraç eden bir ülke. Mango ihraç etmekle ekonomi çarkının dönmeyeceği gerçeğinin çok erken farkına varan bu ülkenin yıllık yüksek teknoloji ihracatından elde ettiği gelir yaklaşık 70 milyar dolar.

Malezya’nın kendi ürettiği ve marka değeri olan dört otomobil firması var. En bilinen markaları Proton, ilk modeli “Saga”yı 1985’te üretmiş. Geçtiğimiz yıl Proton, alanın devleriyle rekabet edebilecek nitelikte ilk elektrikli modellerinin lansmanını yapmış.

Türkiye, Malezya Ol(a)madı     

Malezya’nın ortaya koymuş olduğu ekonomik gelişim değerli olmakla birlikte, asıl odaklanmak istediğim konu bu ülkenin demokrasi karnesi. Birçok ülke gibi Malezya da siyasetin temel sorunları ile – yolsuzluk, kutuplaşma, etnik ve dini söylemler üzerine siyaset inşa etmek gibi –  boğuşan bir ülkeydi.

Mahathir bin Muhammed 1980-2003 arasında ülkeyi başbakan olarak “demir pençe” ile yönetmişti. 2003 yılında seçimleri kazanan muhalefet lideri Necip Rezak ise milliyetçi-İslamcı çizgide politika üreterek ve gerilim ve kutuplaşmadan beslenerek, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Malay ve Müslümanları merkeze alan; diğerlerini ise ötekileştiren, dışlayıcı bir siyaset diliyle yönetim anlayışını benimsemişti. Yine bu dönemde Başbakan Rezak, milyar dolarlık yolsuzluklara imza attığı gerekçesiyle suçlanacaktı.

Yolsuzluk iddialari sonrası; Kuala Lumpur metro hattı, devasa yol ve köprü projeleri gibi ekonomik atılım hamlelerine rağmen Necip Rezak, seçimleri ihtiyar kurt Mahathir’e kaybedecekti. 92 yaşındaki Mahathir, 2018 yılındaki seçimlerde yeniden iktidara gelmeyi başarmıştı.

Bu manzaradan da anlaşılacağı üzere Malezya iyi işleyen bir demokrasi değil belki, ama tıpkı ekonomi karnesini düzelttiği gibi demokratik adımlar atmakta da üzerine düşeni yapıyor gibi görünüyor.

Ülkelerin demokrasi karnelerini inceleyen Freedom House gibi kuruluşların yıllık raporlarına bakıldığında, Malezya’nın gözle görülür bir gelişim gösterdiği anlaşılıyor.

Freedom House verilerine dayanmamın sebebi, bu kuruluşun dünya genelindeki gelişmeleri uzun yıllardır sistematik biçimde takip eden bir STK olması. Ancak bu, bu kuruluşun değerlendirmelerinin tamamen nesnel ölçütlere dayandığı ve çıkarlardan bağımsız hareket ettiği anlamına gelmiyor. Örneğin Noam Chomsky, Washington DC merkezli bu kuruluşun, Amerikan çıkarlarıyla uyumlu ülkelere daha “ılımlı” yaklaşırken, bu çıkarlarla çelişen ülkelerdeki ihlalleri olduğundan fazla öne çıkardığını; dolayısıyla puanlama sisteminin her zaman adil olmadığını öne sürmekte.

Benzer şekilde, Freedom House’un sol eğilimli hükümetlere daha anlayışlı, muhafazakâr hükümetlere ise daha sert bir dil geliştirdiği yönünde eleştiriler de bulunmakta. Bu nedenle okurların, bu derecelendirme kuruluşuna yöneltilen eleştirileri göz önünde bulundurarak ve farklı kuruluşların değerlendirmelerini de dikkate alarak verileri yorumlaması daha sağlıklı olacaktır.

Freedom House, her yıl yayımladığı Dünyada Özgürlükler (Freedom in the World) raporunda ülkeleri “özgür”, “kısmen özgür” ve “özgür olmayan” şeklinde sınıflandırıyor. Bu sınıflandırmanın dayandığı temel mantık, bir ülkedeki bireysel özgürlüklerin ve demokratik kurumların ne ölçüde korunduğunu ölçmek. Bunu yaparken iki ana başlığa bakıyor: Siyasi Haklar (Political Rights) ve Medeni Haklar (Civil Liberties). Siyasi haklar bölümü 10 sorudan oluşuyor ve toplam 40 puan üzerinden değerlendiriliyor; medeni haklar ise 15 sorudan oluşuyor ve 60 puan üzerinden değerlendiriliyor. Ülkelerin demokratik performansına göre her soruya 0 ile 4 arasında puan veriliyor: 4 puan “çok iyi işliyor”, 0 puan ise “çok kötü durumda” anlamına geliyor.

Bu kritlerlerin içeriği aslında günlük hayatta hepimizin hissettiği, demokrasinin temel taşlarını ölçen konular. Örneğin, “Seçimler serbest ve adil mi?”, “İktidar gerçekten seçimle değişebiliyor mu?”, “Muhalefet baskı altında mı?” gibi sorular siyasi haklar bölümünü oluşturuyor. Medeni haklar tarafında ise daha çok insanların günlük hayatta ne kadar özgür hissettiği ölçülüyor: “Medya özgür mü?”, “İfade özgürlüğü korunuyor mu?”, “Toplanma özgürlüğü var mı?”, “Yargı bağımsız mı?”, “Azınlıklar eşit muamele görüyor mu?” gibi başlıklar bu bölümün temelini oluşturuyor. Yani sadece seçim sandığına değil, insanların sokakta, işte, sosyal medyada ne kadar özgür olduğuna da bakılıyor.

Tüm bu puanlamaların sonunda Freedom House ülkeleri üç kategoriye ayırıyor: 70 puan ve üzeri genellikle “özgür ülke”, 35–70 arası “kısmen özgür ülke”, 35 puanın altı ise “özgür olmayan ülke” olarak sınıflandırılıyor. Bu sistem, ülkelerin demokratik performansını karşılaştırmayı kolaylaştırıyor çünkü metodoloji belirli bir standarda sahip.

Son olarak, ülke bazlı değerlendirmelere geçmeden önce şunu da belirtelim: Freedom House, ülkelerin demokratik performansını değerlendirirken yalnızca genel özgürlük skorunu hesaplamakla kalmıyor; bunun yanında “internet özgürlüğü” (internet freedom) kategorisinde de tüm kriterleri bu kez dijital ortam odağında ayrı ayrı değerlendiriyor. Bu nedenle bir ülkenin genel skoru ile internet özgürlüğü skoru arasında belirgin farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Örneğin Türkiye’nin genel özgürlük skoru 100 üzerinden 33 iken, internet özgürlüğü skoru 31 puanda kalıyor.

Freedom House’un yıllık demokrasi raporlarına baktığımızda, Türkiye ile Malezya arasındaki farkın son yıllarda dramatik biçimde açıldığını görüyoruz. Kuruluşun 2025 verilerine göre Malezya, 100 üzerinden 53 puan alarak “kısmen özgür” ülkeler sınıfında, yani dünya demokrasi haritasında sarı renkle gösteriliyor.

Türkiye ise 33 puan ile “özgür olmayan” ülkeler kategorisinde yer alıyor ve haritada mor renkle işaretleniyor. Bu fark yalnızca genel tabloda değil, politik ve medeni hakların alt kırılımlarında da net biçimde ortaya çıkıyor. Malezya’nın politik haklarda 40 üzerinden 22, medeni haklarda 60 üzerinden 31 puan alması, bu ülkenin son yıllarda düzenli şekilde iyileşen bir demokrasi performansı gösterdiğini ortaya koyuyor.

Türkiye’nin ayrıntılı puanlamasına baktığımızda ise tablo oldukça karamsar. Örneğin seçimlerin adil ve serbest olup olmadığı kriterinde Türkiye 2 puan alırken, seçim kurullarının tarafsızlığı 1 puanla değerlendirilmiş. Medya bağımsızlığı, akademik özgürlük, yargının tarafsızlığı, ifade özgürlüğü gibi temel demokratik alanlarda da puanlar 1 ile 2 arasında seyrediyor.

Yolsuzluğu önlemeye yönelik kurumsal kapasitenin yalnızca 1 puanla değerlendirilmesi, Türkiye’nin hukukun üstünlüğü alanındaki ciddi zafiyetini açıkça gösteriyor. Bu tablo, Türkiye’nin neden özgür olmayan ülkeler arasında sınıflandırıldığını somut biçimde ortaya koyuyor.

Malezya’nın alt kriterlerdeki performansı Türkiye’den iyi olmakla birlikte “tam anlamıyla iyi işleyen bir demokrasi” görüntüsü çizdiğini söylemek zor. Örneğin seçimlerin adil ve serbestliği konusunda her iki ülke de aynı puanı (2) almış durumda. Ancak Malezya, seçim kurullarının tarafsızlığı, siyasi partilerin örgütlenme özgürlüğü, rekabetçi seçim ortamı, yolsuzlukla mücadele kapasitesi, medya bağımsızlığı ve yargı tarafsızlığı gibi her bir kilit alanda, Türkiye’nin en az 1–2 puan üzerinde bir performans sergiliyor. Bu fark, Malezya’nın eksiklerine rağmen reformlara açık bir demokrasi görüntüsü verdiğinin; Türkiye’nin ise tam tersine, yıllar içinde geriye giden bir çizgi izlediğinin göstergesi. Nitekim Avrupa Komisyonu’nun her yıl kaleme aldığı ilerleme raporlarında en fazla kullanılan ifadenin “demokratik gerileme” (democratic backsliding) olması da tesadüf değil.

Türkiye’nin genel puanı 33 iken, internet özgürlüğünde 31 puanda kaldığını söylemiştim. Malezya ise genel  klasmanda 53 puan alırken internet özgürlüğü kategorisinde 60 puan alarak neredeyse “özgür ülkeler” seviyesine yaklaşmış durumda. Bu, Malezya’nın dijital alanı siyasi baskı aracı olarak kullanma konusunda Türkiye kadar agresif davranmadığını ve çevrimiçi ortamda görece daha geniş bir ifade alanı tanıdığını gösteriyor.

Sonuç olarak, dünya siyasetinde uzun süre “otoriterleşme ve yolsuzluklar” ile anılan Malezya’nın bugün Türkiye’ye kıyasla daha iyi bir demokrasi profili çiziyor olması, Türkiye’deki gerilemenin ne kadar keskin olduğunu gözler önüne seriyor.

Sonuç

Bitirmeden önce şunu da vurgulamak gerekir: Bu veriler 2025 yılına ait. Dolayısıyla bu veriler, iki ülkenin bugün geldiği noktayı göstermesi açısından önemli olmakla birlikte, bu iki ülkenin birkaç yıl önceki demokratik performanslarına bakmadan tabloyu tam olarak anlamamız mümkün değil.

2017 verilerine dönüp baktığımızda, Malezya’nın 44 puanda, Türkiye’nin ise 38 puanda olduğunu görüyoruz. Her iki ülke de 35 puanın üzerinde olduğu için o dönem “kısmen özgür ülkeler” kategorisinde yer alıyordu.

Ancak 2017’den bu yana köprünün altından çok sular aktı. Malezya 9 puanlık bir artışla demokratik performansını belirgin şekilde geliştirirken, Türkiye 5 puan kaybederek “özgür olmayan ülkeler” kategorisine geriledi. Bu karşılaştırma, bir yanda demokratik iyileşme örneği sunan Malezya’yı, diğer yanda ise demokratik erozyon yaşayan Türkiye’yi daha net bir biçimde ortaya koyuyor.

Bugün literatürde, ülkelerin sahip oldukları demokrasi standartlarına yönelik çalışmaların sayısı hızla artıyor. Ne yazık ki “demokratik erozyon” denildiğinde akla ilk gelen ülkelerden biri de Türkiye. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra atılan adımlar, 2017 yılında tüm yürütme yetkilerini Cumhurbaşkanına devrederek Türkiye’yi “Türk tipi Başkanlık Sistemi”ne taşıyan kapsamlı anayasa değişikliği referandumu, medyada muhalif seslerin büyük ölçüde kısılması ve yargı bağımsızlığını gölgeleyen uygulamalar nedeniyle Türkiye, demokrasiyle değil otoriterlikle anılan bir rejim (literatürdeki adıyla yarışmacı otoriter rejim) olarak değerlendiriliyor.

Dolayısıyla sıfatın ‘demokrasi’ye eklendiği (kırılgan demokrasi gibi) bir rejimden, sıfatın ‘otoriteryanizm’e eklendiği (yarışmacı otoriter rejim) bir noktaya gelmiş durumdayız.

İktidarın hukuka, medyaya ve kaynaklara erişim konusunda muhalefete nazaran avantajlı konumda olduğu ve bu adil olmayan şartlar nedeniyle muhalefetin seçimleri kazanmasının imkânsız olmasa da çok zor olduğu rejimler, yarışmacı otoriter rejimler olarak tanımlanıyor.

Meksikalı bir akademisyen, bu rejim türünün daha kolay anlaşılabilmesi için bu rejimleri adil olmayan bir futbol maçına benzetiyor. Güçsüz takımın (muhalefet), iktidarın takımına nazaran eksik oyuncuyla sahaya çıktığı, sahanın iktidar lehine eğimli olduğu ve sanki bunlar yetmezmiş gibi hakemin de güçlü takımı desteklediği bir futbol maçında (seçimlerde), muhalefetin bu müsabakayı kazanma ihtimali var mıdır diye soruyor. Muhalefetin zor da olsa seçimleri kazanması, adil olmayan şartlara rağmen seçimlerin hâlâ rekabetçi niteliğini korumasına bağlı.

Ancak kabul etmek gerekir ki son birkaç yılda Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu gibi muhalefetin kilit aktörlerinin çeşitli soruşturmalarla pasifize edilmesi, seçimlerin rekabetçi niteliğine de ciddi şekilde zarar verdi. Bu nedenle bazı yazarlar, Türkiye’de seçimlerin artık “serbest, adil ve rekabetçi” olmaktan uzaklaştığını, Türk demokrasisinin sadece “demokrasi” niteliğini değil, aynı zamanda “yarışmacı” niteliğini de kaybederek tam otoriter rejime dönüşme yolunda ilerlediğini savunuyor.

Özetle, tablo ne yazık ki pek parlak görünmüyor.

Garip olan şu ki, yirmi yıl önce Türkiye’de “Malezya olur muyuz?” sorusu genellikle kibirli ve küçümseyici bir tonla sorulurdu. Bugün ise durum tersine dönmüş durumda; Türkiye’nin demokrasi performansı Malezya’nın oldukça gerisinde. Bir zamanlar benzemekten korktuğumuz Malezya, bugün demokrasi standartlarında bizi sollamış durumda.

Doğrusu merak ediyorum: Bugün Malezya’da muhalifler, olup bitenlere bakıp – Malezya’daki birtakım içtimai, ekonomik ve anayasal krizleri tartışırken – “Malezya, Türkiye olur mu?” diye kaygılanıyorlar mıdır?

Kim bilir, belki de…

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Hastalıklı Endoktrinasyon: Sevgili Askerler, Lütfen Çok Fazla Arap Öldürün

“Ağaç yaşken eğilir” düsturuyla hareket eden devletlerin, vatandaşlarını henüz çocuk yaşta belirli bir ideolojiyle eğitme ve resmi devlet...

Uluslararası Hukuk: Gerçek Mi, Yanılsama Mı?

Bugünkü yazım, iki alışılmadık özelliğe sahip. Birincisi, bu yazı bir kitap tanıtımından ibaret. Alışılmadık yanı ise, bu kitabın kendi...

Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raporu: Bulgular ve Öneriler

Giriş Dünyanın gözleri önünde, canlı yayında bir milletin soykırımına tanıklık ettiğimiz bu günlerde başka bir mesele hakkında yazıp çizmek...

Satranç ve Devlet Aklı

"Oyun bittiğinde şah da piyon da aynı kutuya konur." Alexander Puşkin'e ait olan bu sözü, itiraf edelim Kurtlar Vadisi...

“Bu Ülke” Uğruna Feda Edilmiş Gözler: Cemil Meriç

Giriş    Godfather ya da Hababam Sınıfı... Defalarca izlememize rağmen, denk geldikçe yine izleriz. Bazı filmler nasıl ki eskimez...

“Demokrasi Yolunda” Mücadeleye Adanmış Bir Ömür: Ali Fuad Başgil

Giriş:           Bundan 15 sene evvel, Ankara Hukuk’taki tahsilim sırasında, haftalık okumalar yapmak maksadıyla kurmuş olduğumuz Sahaf Sever Kitap...

Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş               İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük...

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...