Kızımın ve ailesinin misafiri olarak son iki yılda Londra’ya sanırım altıncı gelişim. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, kaldığım onar günlük dilimlerde Londra’dan ziyade Büyük Britanya’yı gezmeye ve gözlem yapmaya çalışıyorum. Bu sefer Londra’da sadece Freud’un sürgün geldiği evi ve kitapçıları dolaştım. Zamanın geri kalanını Yorkshire bölgesinde geçirdim. Buralarda uğrak yerlerim kırsaldaki tarihi toprak sahibi düklerin malikâneleri ve onların yöresi oldu. Bilindiği gibi, genelde dükler lordlardan farklı olarak kraliyete akrabalık ve sadakat bağlılığı olan bir üst aristokrat sınıfı temsil etmekteler.

Freud’un (1856-1939) Londra’da yaşadığı evde dikkatimi çeken şey, sağlam ve saygın aile bağları oldu. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başının emperyal çağının anlayışına uygun olarak, Avrupa dışından getirilmiş çok çeşitli arkeolojik nesnelerin yoğunluğu da ilgi çekiciydi.
Viyana’dan can güvenliği endişesi ve çevre baskısıyla Fransa üzerinden Londra’ya göç etmiş, kız kardeşlerine çok bağlı olan Freud’un ölümünden sonra dört kız kardeşi gaz odasında Naziler tarafından öldürülmüştür. Freud, sanılanın aksine, tüm teorilerini cinsel dürtüler üzerine kurmamış; insanın içsel çatışmalarının sadece cinsellikle ilgili olmadığını, onların aynı zamanda toplumsal normlar, aile ilişkileri ve kültürel etkilerden de kaynaklandığını vurgulamıştır. Freud’un cinsellik üzerine yoğunlaşması, özellikle çocukluk çağı gelişimi ve bilinçdışı süreçlerde cinsel dürtülerin etkisini incelemesinden kaynaklanagelmiştir. Bir tıp doktoruyken Freud insanlardaki bazı patolojik belirtilerin arka planında güdülerin derin fonksiyonlarının olduğunu keşfetmiştir. Histeri ve rüyalar üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Bizim keşfetmek istemediğimiz bilinçüstü süreçleri, karanlık dünyamızı modellemiş, bu alanda bir devrim yapmıştır. Psikanaliz ise bilim dünyasında 1950’lerden sonra kabul görmüş, kızı Anna ise çocuk psikanalizinin kurucusu olmuştur.
Yorkshire yolculuğunda önce Chatsworth malikânesine uğradık. Bu malikânenin ilginizi çekmesi açısından Jane Austen’in romanından uyarlanan “Aşk ve Gurur” (Pride and Prejudice) filminin çekildiği mekân olduğunu hatırlatalım.
Chatsworth House, hem bir aile evi olarak Cavendish ailesinin tarihine hem de İngiliz aristokrasisinin kültürel, sanatsal ve ekonomik etkilerine dair derin bir anlam taşıyor. Cavendish ailesi, İngiltere’de sanayi, bilim ve sanatın gelişiminde önemli roller oynamış, İngiliz soylularının kültürel, politik ve ekonomik etkisini görebileceğimiz bir simge haline gelmiştir. Özellikle William Cavendish (1. Devonshire Dükü), 1688’deki Görkemli Devrim sırasında kraliyet yerine parlamento gücünün pekiştirilmesine destek vererek modern İngiliz siyasetinin temellerinin atılmasına katkıda bulunmuştur. Malikâne Avrupa’nın sanat koleksiyonlarına ve çağdaş mimarisine ilgi duyan Devonshire Dükleri sayesinde önemli sanat eserleriyle dolmuş; dükler, Mikelanj, Rembrandt ve Rafaello gibi ustaların eserlerini koleksiyonlarına katmışlardır.

York ise İstanbul’un kurucusu Konstantinus’un imparatorluğunun ilan edildiği şehirdir. Konstantinus, Hıristiyan tebaanın sivil haklarını tanımış; bu yüzden halk tarafından sevilmiştir. Roma, asker hayaletleri dahil her haliyle bu şehre sinmiş durumdadır. York’a girdiğimizde görmeye ilk gittiğimiz mekân Treasurer’s House oldu. “Saymanın/Hazinedarın Evi”, İngiltere’nin Yorkshire bölgesinin en önemli tarihî yapılardan biri. On birinci yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahip olan bu ev, York Minster Katedrali’nin hazinedarı olan saymanın resmi ikametgâhı olarak inşa edilmiştir. Burada benim ilgimi çeken, bu yapıyı 1897 yılında satın alan sanayici ve koleksiyoner Frank Green. Green, evi restore ederek farklı dönemlerin dekoratif unsurlarını bir araya getiren eşsiz bir iç mekân tasarlatmış; Ortaçağ, Rönesans ve Viktoryen dönemden esinlenen mobilyalarla evi bu çağların hepsinin birden tipik bir örneği haline getirmeyi başarmış. Bu arada bu mekânda, üzerinde Abdülmecid’in tuğrasının bulunduğu Kırım Savaşı hatırası bir mobilyanın da gözümüze çarptığını not edelim. Frank Green, evi ayrıntılı bir şekilde restore ederek, günümüzde gördüğümüz estetik ve tarihi değerleri ortaya çıkarmış. Frank Green, sanayi yatırımlarından kazandıklarıyla özellikle Yorkshire ve York bölgesinde tarihî yapıların korunmasına katkı sağlamış ve bölgedeki mirasın geleceğe taşınmasında önemli bir rol oynamış.

Son olarak Yorkshire bölgesinden ayrılırken uğradığımız Castle Howard malikânesinden bahsetmek isterim. Castle Howard, ünlü yazar Evelyn Waugh’un “Brideshead Revisited” (Yeniden Brideshead) adlı romanının 1981 yapımı televizyon uyarlamasında mekân olması hasebiyle dünya çapında üne kavuşmuş. Hâlâ Howard ailesine ait olan malikâne, nesiller boyunca kültürel bir simge olarak İngiltere’nin aristokrat sınıfının sanata ilgisini temsil etmiş. Bu vesileyle ekleyelim: Howard ailesinin bir üyesi olan Catherine Howard, VIII. Henry’nin beşinci eşi olarak İngiliz tarihine geçmiştir. Castle Howard, bu köklü ailenin kültürel mirasını sürdürdüğü bir temsil mekânıdır ve yine aristokrasinin görünür yüzlerinden biri olarak işlev görmekte. Castle Howard, sadece malikâne binasıyla değil, aynı zamanda geniş bahçeleri ve doğal güzellikleriyle de ünlü. Bu uçsuz bucaksız bahçelerde benim ilgimi çeken pagan Roma ve Mısır’ın tapınaklarının taklitleri oldu.
İngiltere’de 31 Ekim’de Cadılar Bayramına (Halloween’e) denk geldim. York’ta Shambles Sokağında büyü dükkânları bu açıdan ilginçti. Bu ülkede bu bayramda çocuklar süslenmiş evlerin kapılarını çalıyor, şeker, çikolata alıyor. Koca koca teyzeler, amcalar zombi olmuş çocukların göz hizasına eğilip onlarla sohbet ediyor. Bu arada Cadılar Bayramının çocukların korku dünyasını yaratıcılıkla harmanlamaya olanak verdiğini, korkularını mizahla ele alabilme imkânı sunduğunu ve onlara bir “geçiş alanı” yaratma işlevi gördüğünü düşündürüyor.
Gezdiğim yerlerin çok yönlü karşılaştırmalı analizine geçmeden önce ülkemizin ve İngiltere’nin bazı coğrafi ve demografik özelliklerine değinmek istiyorum. İngiltere’de kilometrekare başına 430 kişi düşerken Türkiye’de bu sayı yaklaşık 110 kişi. Londra’daki nüfus yoğunluğu İstanbul’un iki katı. İstanbul’un yeşil alan oranı %2 iken bu oran Londra’da %45 civarında. Dışarıdan bakıldığında İngiltere uçsuz bucaksız düzenli yeşil alanları ve bahçeli evleriyle dikkat çekmekte. Bu sayılar ve oranlar ne yazık ki hepimiz için ibret verici ve hayli düşündürücü.
İngiliz toprak aristokrasisi ve burjuvazisi sanat ve estetiği hep gücünün, ihtişamının göstergesi olarak kullanmış; bunu Hıristiyanlık ve antik paganlığın sentezi olarak sunmuş görünüyor. Eski ve Yeni Ahit’i, mitolojik/pagan semboller üzerinden, sanat eserleri aracılığıyla hikayeleştirilmişler. Kendi geçmişleri, Roma ve Helen hikâyeleri üzerinden inşa edilmiş. Hikâyeler, akılda kalıcı ve ilgi çekici bir kisveye büründürülmüş. Din eğitimi de bu ülkede hikâyeler üzerine kurulmuş. Aristokrasi ve burjuvazi dış dünyaya da yüzyıllar boyunca farklı açılardan merak duyup oralarla ilişkili olmuş. İngilizler entelektüel ve ticari birikimini böylelikle sağlamış. Bu açıdan bakıldığında, keşiflerin ve zenginliğin kaynağını sadece sömürgecilikle sınırlandırmak yeterli de, doğru da bir açıklama değildir. Bizdeki tüccar zenginler ise Osmanlı’yı ve kadim geçmişi doğru tasvir dahi edememiştir. “Öteki”ye ve yabancı coğrafyalara büyük ilgileri, merakları olmamış; kapitülasyonlar bu nedenle hep aleyhimize işlemiş görünmektedir. Bu bakımdan sanat ve estetiğe yönelik bir hikâye de geliştirilememiştir. Bir kısmı ise kör topal Rönesansı taklit etmiştir. Dolmabahçe Sarayındaki eklektik Rönesans-Barok-Rokoko ve diğer akımların taklidini böyle okumak mümkün.

Bu eksiklikler bizde ekseri Sağ aydın, tüccar ve siyasetçilerin temel sorunu olarak -veya okuduğunu anlamlandıracak estetik bir derinlik ve altyapıdan yoksun kalma- şeklinde tecelli etmiştir. Bunun en basit sonucunu da anlamama veya yanlış anlama olarak müşahede etmekteyiz. Sıklıkla vurguladığımız enstrüman yetersizliğinden dönüşememiş köylülük de bu olsa gerektir.
Londra’ya geldiğimde dikkatimi yeni bir şey çekti: bu kadar farklı etnisiteyi bir arada huzur içinde bir arada tutan şey, ortak aidiyet, geçmiş veya ortak geleceğin olması değil, bu ülkede bir düzen ve adalet fikrinin var olabilmesidir.
Bu ülkede bizim beceremediğimiz veya anlamak istemediğimiz emperyal bir gölge pozitif anlamda her yerde kendini gösteriyor. İngilizler sömürgelerini 60-70 yıl önce terk etmiş gözükse de, sömürgelerinden nitelikli insan ve ticaret akışı yine bu ülkeye yönelmekte. Bugün ülkemizde post-emperyal travma, fanteziler ve hayaller var. Ama bunu karşılayacak elbise hâlâ 1914 model. Tanzimattan bu yana yasalar karşısında çözülememiş eşit vatandaşlık sorunu tüm argümanlarıyla birlikte bugün de devam etmekte. Sanılanın aksine burada toplumsal psikolojiyi tarihsel olarak II. Dünya savaşı değil I. Dünya savaşı şekillendirmiş. I. Dünya savaşı derin izler ve yaralar bırakmış kendini sorgulatmış.
Ayrıca tekrar söylemek gerekirse bu topraklarda çok belirgin Roma izleri, bu imparatorluğun bugünkü dünya tarihini tarihi de şekillendirmedeki temel rolünü bana tekrar hatırlattı. Ve hatta Roma’yı anlamadan Osmanlının anlaşılamayacağı gerçeğini de.
Radikalleşen ve ülke için kronik bir sorun haline gelen Kürt siyasi ve Gülenist diaspora meselesi de dikkate alınmalıdır. Devletin bu konulardaki ilgisizliği ve çözümsüzlüğü sürdükçe, bu diasporaların ve sonraki nesillerin ülkeye aidiyet hissetmemeleri ve hatta düşmanlaşmaları kaçınılmaz olabilir. Bunun sonucunda, ülke aleyhine çalışan güçlerin bu grupları kullanışlı araçlar olarak görmesi de kaçınılmaz olur.
Ne yazık ki sonuçta bizler genelde sıklıkla her taşın altında İngiliz aklını arar dururuz. Bu aklın varsa nasıl oluştuğunu meraksızlığımızdan merak dahi etmeyiz. Komplonun bilişsel kısa yolunu kullanma kurnazlığını veya zekâsını tercih ederiz. İngiltere’ye her gidiş gelişimde İngiliz aklının, bir düzen ve adalet fikrinin oluşumunda İbni Haldun’un tespiti “Coğrafya bir kader” mi tespitinin mi yoksa “Tanrı’nın adaleti” gerçeğinin mi rol oynadığını sorgulamaktayım.
Kim bilir belki de her ikisidir.